Türkistanlı kahraman Osman Batur

Doğu Türkistan’ın hürriyeti için mücadele edip, bu uğurda canını veren efsane insan Osman Batur’u en yakın silah arkadaşlarından biri olan Nurgocay Batur anlatıyor.

Nurgocay Batur‘un gönderdiği adam mektupları, Osman Batur‘un* eline teslim eder.

Nurgocay Batur ise, Delilhan ve Kapas Batur’un adamları ile birlikte Altay şehri Sarsümbe’ye doğru yola çıkmıştır. Türkistanlıların kışlak yeri olan Buvrıltogay ırmağı kenarındaki Kara Bulgun köyüne gelirler. Keşibay Zalın onları evinde misafir eder. Orada köy ağası olan halk liderlerinden birkaçı; Kasen Zengi, Çağatay Zengi, Müşteri Zengi, Hacıbay Zengi, Begecay Zalın ve Zel Zengi, Nurgocay Batur’la görüşmek için gelirler. Bunlar Çin hükûmeti ile nasıl anlaşıldığını, bu anlaşmanın kendilerine ne gibi haklar tanıdığını, savaşa nasıl son verildiğini, anlaşmanın mahiyetini öğrenmek istiyorlardı. Nurgocay Batur, bunlara komünist Sheng Tu-pan Hükûmeti’nin feshedildiğini, demokratik milliyetçi Çin’in 11 maddelik anlaşma ile Türklere, Türkistan’ın muhtariyetini tanıdığını anlatır. Halkın bu habere karşı gösterdiği büyük sevinç karşısında, Nurgocay Batur “Ezilen milletimiz, az olsa da verilen hakka, çok bir şey verildi gibi razı oluyorlar” diye düşünür.

Orada bulunanlar Nurgocay Batur’a “Seni Sarsümbe’ye göndermeyelim. Sen burada, halk arasında dur. Yahut da Urumçi‘ye geri git. Eğer, Sarsümbe’ye gidecek olursan Delilhan seni hapse atar” dediler. Halkın kendini bu derece sevdiğine ve bu fikri verdiğine çok sevinen Nurgocay Batur; “Ben nasıl olsa Osman Batur’a giderim. Ben, milletim için canımı, mülkümü feda eden bir kimseyim. Eğer Osman Batur’un himayesinden uzak kalır da, hapse atılacak olursam; beni hapisten kurtaracak talebi Sarsümbe hükûmetine siz yapınız” der.

Nurgocay Batur’dan bu cevabı alan liderler, hemen bir mektup yazıp, orada hazır bulunanlara imzalatarak, bu mektubu bir adamla Osman Batur’a gönderirler.

Nurgocay Batur, ikinci ayın yirmiikinci günü Sarsümbe’ye gelir. Sabah saat 9’da şehre girerken Canımhan’ın oğlu Delilhan (Canaltay) yanında dört kişi ile beraber karşılar. Nurgocay Batur, Urumçi’den babasının yanından geldiği için, babasının nasıl olduğunu sormak, Urumçi’de olup bitenleri öğrenmek gayesi ile yol üstünde onu karşılamıştır. Şükürbayoğlu Delilhan bunu bilseydi onun Nurgocay Batur’la görüşmesine mani olurdu.

Bunun siyasi bakımdan bir çok sebepleri vardı. Delilhan’ın babası Türkistan istiklali uğruna çalışan Esim han, Irıs Han zamanında da Sheng Tu-pan hükûmeti ile Türkler arasında aracılık yapan Canımhan Hacı idi. Osman Batur devrinde de milliyetçi Çin ile aracılık yapan Canımhan Hacı olduğundan dolayı, Altay’daki sol eğilimli Şükürbayoğlu Delilhan ve onun taraftarı olan liderler, Canımhan Hacı’nın oğlu olan Delilhan’ın (Canaltay) Nurgocay Batur ile görüşmesini istemezlerdi. Onun için o da bir bahane ile yol üstünde Nurgocay Batur ile görüştü. Birlikte Neşendik Karakoluna geldiler. Karakol başkanı Tesdenbey Balvan, muavini İlelik Özbek Muhambedip idi. Nurgocay Batur ile birlikte Canımhan oğlu Delilhan da (Canaltay) karakola girdi. Komiserin kendisini kabul etmesini beklerken, fırsattan istifade, Urumçi’de gördüklerini teferruatı ile Delilhan’a anlatlı. Çin devleti ile yapılan anlaşmanın çeşitli bölümlerini, babasının milliyetçi Çin tarafından çok sevildiğini, babasına Osman Batur ve arkadaş-larının emeklerinin neticesi olarak yüksek bir mevki verildiğini -ki bu Kazak Türklerine verilen en yüksek mevki idi- Türkistan’ın maliye bakanı – Çince ismi ile Sai chin-tin’in- T’in-chan’ı olduğunu anlattı. Tahminen iki saat sonra polisler, Delilhan’ı Nurgocay Batur’dan ayırdılar. Sonra Neşendik muavini Muhambedip, Nurgocay Batur’u sorguya çekmeye başladı.

“Sen buraya niçin geldin?” diye sordu.

Nurgocay Batur “Ben Altay halkının, Türkistanlıların vekili olarak Urumçi’ye gittim. Esim Han, lrıs Han, Osman Batur istiklal savaşının kahramanlarının ve liderlerinin halk askerinin ben de bir savaşçı kumandanıyım. Bundan dolayı halk için Urumçi’ye elçi olarak gittim, ben yalnız değildim. Osman Batur’un can arkadaşlarından Süleyman Batur, bütün halk için devletinin arasına elçilik yürütüp iş beceren Canımhan Hacı, bir boy Türkistanlıların lideri Sarıbay Zengi var. Nurgocay Batur, Süleyman Batur, Canımhan Hacı, Sarıbay Zengi Altay vilayetinden elçi olarak anlaşma yaptılar. Bundan dolayı Nurgocay Batur bütün Altay halkı için hem Çin tarafından hem de oradaki Türkistan liderleri tarafından elçi olarak geldi. Nurgocay Batur Osman Batur ile Şükürbayoğlu Delilhan ile görüşecek. Altay halkı ve bütün Türkistanlılara bu anlaşmayı ve bize hak tanıdığını birer birer anlatacağım” dedi.

O zaman Muhammedip eliyle masaya vurdu: “Hayır biz seni millet elçisi olarak tanımayız. Altay halkı İli’ye bağlıdır. Altay lideri Osman Batur, Delilhan İli’den ayrı değil. İli, Çaveşek birbirine bağlı Doğu Türkistan‘dır. Sen, milleti Canımhan Hacı’nın aracılığı ile milliyetçi Çin’e kaydırmak istiyorsun. Seni biz elçi diyerek kabul etmiyoruz. Sizin yeriniz hapishane” diyerek Nurgocay Batur’u iki ırmağın arasındaki 1 numaralı hapishaneye götürdü. Elinden her şeyini aldılar. 27 gün sorguya çektiler. Yaptığı her şeyi anlattırdılar.

Osman Batur, Nurgocay Batur’un hapsedildiğine çok sinirlendi. “Onu hapisten çıkarın” dedi. Bu konuda uzun uzun münakaşalar olmuş, Nurgocay Batur’un yeğeni Edil Han Bey de liderlerdendi. Şükürbayoğlu Delilhan onu da kandırmıştı. Osman Batur bunu bilmediği için “kararı Edil Han versin” demişti. O da her iki tarafı da kırmak istemediği için “üç ay hapis yatsın” demiş. Osman Batur buna çok sinirleniyor ama bir şey diyemiyor. Hapiste her gün Nurgocay Batur’a bir kişilik yiyecek, içecek ve yakacak devlet tarafından verildi. Her gün de başını çuvalla örterek alıp götürüp sorguya çekiyorlardı. Hapisliğinin üçüncü günü hapishane kapısı açıldı. Birisi gelerek Nurgocay Batur’un başına bir çuval sardı. “Neşendik’in evine götüreceğim” dedi. Başı kapalı olarak yürümek çok zahmetliydi. Nurgocay Batur kör gibi basarak karanlık bir yere girdi. Yanındaki, Nurgocay Batur’un başından çuvalı aldı. Önündeki bir kapıyı açtı. Açılan kapıdan girdiler. Odada ışık yandı. Kurulu bir masanın dört tarafında dört adam oturuyorlardı. Hepsinin elinde kâğıt kalem hazır, arkadaki bir koltukta Neşendik Tesdenbey Balvan oturuyorlardı. Nurgocay Batur da gelip masanın ortasına oturdu. Karşısına Muhammedip geldi.

“Sen buraya niçin geldin” diyerek önceki sözünü tekrarladı.

Nurgocay Batur o zaman çok sinirli, kızgın, tıkanık durumda idi. Muhammedip’in İli şehrinde memur olarak durduğu zaman Shang she-tsai Hükûmeti’nin en solcu insanı olduğunu o zaman da şikâyet edip tutuklattığı halk liderlerine çok zarar getiren bir insan olduğunu Urumçi’deki Burhan Şehidi, Nurgocay Batur’a anlatmıştı.

* Asıl adı Osman İslâmoğlu idi. Batur, mücadelesine nispetle verilmiş bir ünvan, bir sıfattır. “Kahraman ve cesur” anlamındadır. O, bu ünvan ile anılmış ve 1951’de şehit edilmiştir.

Özgürlük Yolu, Nurgocay Batur’un Anılarıyla Osman Batur, Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu, Doğu Türkistan Vakfı Yayınları, İstanbul 2006

Not: Nurgocay Batur 29 Ekim 1986 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

Nurgocay Batur, ortada oturan takkeli kişidir.

Kitabın yazarı Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu, Nurgocay’ın hanımı Caksıhan Bahadır ile…

18-02-2015

https://www.dunyabulteni.net

Devami

1942’de Hollanda’da 101 Orta Asyalı neden öldürüldü?

Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni işgale başladığı ilk haftalarda Smolensk yakınlarında esir düşen 101 Özbek, işgal altındaki Hollanda topraklarına propaganda amacıyla getirilerek Amersfoort kampında işkence edildikten sonra öldürülerek isimsiz Sovyet mezarlığına gömüldü

15.05.2017

Orta Asya’daki evlerinden Alman ordusuna karşı savaşmak için yola çıkanlar daha sonraki günlerde üstlerinde paçavralarla esir olarak Hollanda’daki toplama kampına getirildi. 1942 yılında Amersfoort kenti yakınlarında bir ormanda öldürülen çoğu Özbek 101 Orta Asyalıyı hatırlayanlardan çok azı hayatta. Öyle ki Hollandalı dikkatli bir gazeteci olmasa belki de tamamen unutulacaklardı.
BBC’nin derlediği habere göre her baharda kadın-erkek, yaşlı-genç yüzlerce Hollandalı, Utrecht yakınlarındaki Amersfoort kenti yakınlarındaki bir ormanda toplanır.
Bu insanlar Naziler tarafından tam bu noktada silahla infaz edilen ve yarım yüz yıldır unutulmuş olan 101 meçhul Sovyet askerini anmak için mumlar yakarlar.
Burada yatanların hikayesi Rusya’da birkaç yıl çalıştıktan sonra 18 yıl önce Amersfoort’a geri dönen gazeteci Remco Reiding’in yakınlarda bir Sovyet savaş mezarlığı olduğunu öğrenmesiyle başladı.
Reiding “Daha önce hiç duymadığım için şaşırmıştım. Mezarlığı ziyaret ederek arşiv bilgileri ve tanıklıklar aramaya başladım” diyor.
Araştırmaya başladığında mezarlıkta 865 Sovyet askerinin yattığını, 101’i dışında hepsinin cansız bedenlerinin Hollanda’nın diğer bölgelerinden ve Almanya’dan getirildiğini, fakat isimsiz 101 kişinin orada, Amersfoort’ta öldürüldüğünü öğrendi
Kampın Komutanı Karl Peter Berg, 1949’da idam mangası tarafından infaz edildi.
Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni işgale başladığı ilk haftalarda Smolensk yakınlarında esir düşen bu 101 kişi, işgal altındaki Hollanda topraklarına propaganda amacıyla getirildi.
“Özellikle Asyalı görünüme sahip esirleri seçip, Nazilere direnç gösteren Hollandalılara sergilemek istiyorlardı. “Alt insan” diye tanımladıkları bu insanları gördükten sonra Sovyetlerin neye benzediğini anlayan Hollandalıların Almanya’ya destek vermesini umuyorlardı” diyor Reiding.
Nazilerin Sovyet halkları hakkında düşüncelerini değiştirmeye çalıştığı kişiler ise Amersfoort’taki toplama kampında kalan Hollandalı komünistlerdi. 1941’den beri Yahudilerle birlikte bu kampta tutuluyorlardı.
Bugün 91 yaşında olan Henk Broekhuizen, hâlâ hayatta olan az sayıda tanıktan biri. Ergenliğinde Sovyet esirlerinin kente getirilişini izlediğini hatırlıyor.
“Gözlerimi kapattığımda yüzlerini hatırlıyorum” diyor ve ekliyor:
“Paçavralara bürünmüşlerdi, hiç askere benzemiyorlardı. Yalnızca yüzlerini görebiliyordunuz.
“Naziler onları tren istasyonundan kampa kadar ana caddeden yürüttüler. Çok küçük ve güçsüzlerdi, ayaklarına da çaput bağlamışlardı. Bazıları arkadaşlarının koluna girerek güçlükle yürüyebiliyordu.”
Bazı esirler, kendilerini izleyen halkla göz teması kurmuş, el hareketleriyle aç olduklarını anlatmaya çalışmışlardı.
“Onlara su ve ekmek getirdik. Ama Naziler hepsini ellerimizden alıp yere attı. Yardım etmemize izin vermediler” diyor Broekhuizen,
Onları bir daha görmediğini söyleyen Broekhuizen, başlarına ne geldiğini de bilmiyordu.
Fakat gazeteci Remco Reiding Hollanda arşivlerine girerek yaşananlarla ilgili belgeler bulmaya başlamıştı.
İlk fark ettiği, çoğunun Özbek olduğuydu. Toplama kampındaki yetkililerin de bundan haberi yoktu. Yalnızca Rusça konuşan bir Nazi görevlisi onları sorguladıktan sonra bunu öğrenebildiler.
Reiding, bu kişilerin çoğunun Semerkant’tan geldiğini söylüyor:
“Belki bazıları Kazak, Kırgız veya Başkurt’tu. Ama çoğu Özbekti.”

Reiding’in ortaya çıkardığı bir diğer şey de Orta Asyalıların kamptaki diğer herkesten daha kötü muamele gördüğüydü:
“Kamptaki ilk üç günlerinde etrafı dikenli telle çevrili açık bir alanda tutularak aç bırakıldılar.
“Alman bir film ekibi, barbar ‘insan altı varlıkların’ yemek için birbiriyle kavga ettiği anı çekmek için hazırlanıyordu. Propaganda için bu filme ihtiyaçları vardı.
“Sonunda Naziler aç Özbeklerin arasına bir somun ekmek attı.
“Ama hiç beklemedikleri bir şekilde içlerinden biri ekmeği eline alarak bir kaşıkla eşit parçalara böldü. Diğerleri de o sırada sakince bekledi. Kimse kavga etmedi. Sonra da eşit şekilde bölünmüş ekmekleri paylaştılar. Naziler hayal kırıklığına uğramıştı.”

Remco Reiding, Amersfoort’ta yatan 865 Sovyet askerinden 200’ünün ailesinin izini sürmeyi başardı
Ama esirleri daha kötü şeyler de bekliyordu.

“Özbeklere diğer esirlere verdiklerinin yarısı kadar gıda veriyorlardı ve onlara yardımcı olmaya çalışan biri olduğunda bütün kampı cezalandırıyorlardı. Yemek artıklarını ve patates kabuklarını yediklerinde Naziler onları ‘domuzların yiyeceği şeyi yiyorsunuz’ diyerek dövüyordu” diyor.

Özbek tarihçi Bahodir Uzakov. Yakınlardaki Gouda kentinde yaşayan Uzakov da Amersfoort kampının tarihiyle ilgili araştırmalar yürütüyor.

Kamptaki gardiyanların itirafları ve kamptaki diğer esirlerin tanıklıklarını arşivlerden çıkartan ve bunlarla 2015 yılında bir kitap yayınlayan Reiding, kampta Özbeklere taş, kum veya kütük taşıma gibi en kötü işlerin verildiğini, düzenli olarak da dayak atıldığını ortaya koydu.

Gördüğü en şok edici hikayelerden biri ise kampın Hollandalı doktoru Nikolaas Van Nieuwenhuysen’in bir eylemiydi:
“Kamptaki Özbekleri, ölen iki arkadaşlarının kafalarını kesip kafataslarını tamamen temizleninceye kadar kaynatmaya zorlamış.
“Sonra da bu kafataslarını çalışma masasına yerleştirmiş. Tam bir delilik!”
Dr. Nikolaas Van Nieuwenhuysen savaşın ardından 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı
Aç ve çelimsiz kalan Özbekler yakaladıkları sıçanları, fareleri ve buldukları bitkileri yemeye başlamış. Aralarından 24’ü 1941’in sert geçen kışını çıkaramadı. Kalan 77’sine ise çalışmak için çok güçsüz kaldıkları için ihtiyaç duyulmadı.
Bu yüzden 1942 senesinde bir Nisan sabahı “İklimi size daha uygun olan Güney Fransa’ya gönderiliyorsunuz” denilerek kamptan çıkarıldılar.
Ancak götürüldükleri yer Güney Fransa değil, kampın hemen dışındaki ormandı. Burada kurşuna dizilerek infaz edildiler ve bir toplu mezara gömüldüler.

101 Orta Asyalının mezarlarının başlarında Rusça “Meçhul Sovyet Askeri” yazan mezar taşları bulunuyor.

“Bazıları ağlamaya başladı, diğerleri el ele tutuşarak ölümle yüzleştiler. Kaçmaya çalışanlar ise askerler tarafından kovalanarak vuruldu” diyor kampın gardiyanları ve şoförlerinin tanıklıklarını anlattıkları belgelere ulaşan Reiding ve ekliyor:
“Müezzinlerin insanları namaza çağırdığı, pazaryerinde rüzgârların kum ve tozlarla dans ettiği ve sokakları baharat kokan şehrinizden 5 bin kilometre uzakta olduğunuzu hayal edin.
“Onların dilini bilmiyorsunuz, onlar da sizin dilinizi bilmiyor.
“Ve bu insanların size niye hayvan gibi muamele ettiğini asla anlamıyorsunuz.”

Bu esirleri teşhis etmek için çok az bilgiye sahibiz. Naziler Mayıs 1945’te kaçarken kamp arşivlerini ateşe verdiler.
Geriye yalnızca adı bilinmeyen iki kişinin yüzlerinin gözüktüğü bir fotoğraf kaldı.

Amersfoort toplama kampındaki Özbeklerden geriye kalan tek fotoğraf.

Hollandalı bir esirin kalemle çizdiği dokuz portreden yalnızca ikisinde resimdeki kişinin adı yazılmış.
“Adları yanlış yazılmış ama kulağa Özbekçe gibi geliyor” diyor Reiding:
“Biri Kadiru Xatam ve diğeri Muratov Zayer diye yazılmış. İlk kişinin doğru adı Hatam Kadirov, ikincisi ise Zair Muratov olmalı.”( MUSEUM FLEHİTE)

Resimlere baktığımda Özbekçe isimleri ve Orta Asyalıların yüz hatlarını anında fark ediyorum. Tek kaşlar, melez yüz özellikleri… hepsi benim ülkemde güzel bulunan şeyler.

Bu genç erkekler 20’li yaşlarının başlarındaydı, belki de daha genç. Muhtemelen anneleri onlara uygun bir gelin bakmaya başlamış, babaları düğünlerine kadar besleyip büyütmek için bir dana almıştı, araya savaş girmeden önce.

100 BİN ÖZBEK KAYBOLDU

Bu kişilerden bazılarının benim akrabalarım da olabileceğini idrak ediyorum. İki büyük amcam ve eşimin dedesi savaştan geri dönmemiş.

Bana amcalarımın Alman kadınlarla evlenip Avrupa’da kalmayı tercih ettiği söylenirdi. Ninelerimin kendilerini avutmak için uydurdukları bir hikaye.
Gerçek ise savaşa giden 1,4 milyon Özbek’in üçte birinin geri dönmediği ve 100 bininin de kaybolduğu.

Amersfoort’ta yaşamını yitiren 101 Özbek’ten adı bilinen ikisi dışındakilerin teşhis edilememesinin çok nedeni var. Bunlardan biri Soğuk Savaş. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayan Soğuk Savaş, Batı Avrupa ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni ideolojik düşmanlar haline getirdi.
Bir diğer neden ise Özbekistan’ın 1991’de bağımsızlığını kazanmasının ardından Sovyet geçmişini unutma kararı alması. Savaş gazileri artık kahraman statüsünde değil.

Her ne kadar ülkenin yeni devlet başkanı Şevket Mirziyoyev geri getirileceğini söylese de, savaşın ardından 14 yetimi evlat edinen bir aile anısına dikilmiş bir heykel başkent Taşkent’ten kaldırıldı.
Özetle, yıllar önce Sovyet ordusundayken kaybolan askerlerin izini sürmek Özbek hükümeti için bir öncelik olmadı.

Özbekler toplu mezardan çıkarılarak mezarlığa yerleştirildi. Daha sonra buradan da çıkarılıp özel Sovyet savaş mezarlığına yerleştirildi (NATİONAL ARCHİVES OF THE NETHERLANDS)
Özbekler toplu mezardan çıkarılarak mezarlığa yerleştirildi. Daha sonra buradan da çıkarılıp özel Sovyet savaş mezarlığına yerleştirildi
Ama Reiding, bu Özbeklerin isimlerinin ülkenin arşivlerinde bulunabileceğini düşünüyor ve ekliyor:
“Savaşta ölmeyen veya öldüğünden haber alınamayan askerlerin belgeleri yerel KGB birimlerine gönderilirdi. Bu 101 kişinin bilgileri de muhtemelen Özbekistan’da. Eğer onlara erişebilirsem bu 101 kişinin bir kısmını bulabilirim.”

Dünya Bülteni.

Görüntünün olası içeriği: açık hava ve doğa
Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, ayakta duran insanlar
Devami

Türkistan’dan Mısır’a işleyen gemiler

 

  • Evliya Çelebi’ye göre Bursa, Bolu, Kütahya, Amasya, Maraş birer Türkistan şehridir
  • Hakan Erdem  Hakan Erdem 

Eğer çağdaşı Osmanlıların dilinde “Türkistan” veya “Türk Eli” kelimelerinin işaret ettiği mücessem yerler vardıysa, 17. Yüzyılın yorulmaz seyyahı, büyük hikâyecisi ve hoşsohbet eğlendiricisi Evliyâ Çelebi’nin yolu oralara uğramamış mıdır?

iç uğramaz olur mu? Ama sorunumuz büyük. Sorun, Evliyâ Çelebi’ye göre cim karnında nokta bile olmayan Koçi Bey’deki tek Türkistan referansına karşılık, onun 10 büyük cildindeki referans bolluğu bile değil. Sonuçta, Yapı Kredi Yayınları’nın yayınladığı ve geniş bir ekibin emeğinin ürünü olan transkripsiyon kullanışlı bir indeks içerdiği için ne kadar “Türkistan” referansı varsa ufak bir çabayla erişmek mümkün. Sorun, Evliyâ Çelebi’deki Türkistan kullanımlarının gösterdiği çeşitlilik ve dolayısıyla zuhur eden yorumlama ihtiyacı.

Bu konuda yapılacak belki ilk gözlem, Evliyâ Çelebi’nin, “Türkistan” adını birden fazla yer için kullanmış olmasıdır. Onun, Batı İran’daki Rûmiyye/Urumiye için “Şehr-i Türkistan-ı Azerbaycan” veya “Türkistan-ı İran” nitelemelerinin kullanıldığını kaydetmesi ilginçtir. Ayrıca, Orta Asya’yı kastederek “Tataristan Türkistan’ı” da diyor.  Kelimenin sözlük anlamının basitçe “Türklerin yaşadığı yerler” olduğu düşünülürse, Çelebi de farklı coğrafyalarda nerede Türk nüfus varsa orasını Türkistan olarak görmüş olabilir.

Ne var ki, Evliyâ Çelebi, Osmanlı’nın Avrupa’daki toprakları için hiç Türkistan nitelemesini kullanmıyor. Bu toprakların adı onda Rumeli’dir. Muhakkak ki Rumeli’nde de Türkler vardı ama ülkenin, Türkler geldiğinde, onların dilinde zaten başka bir etnik addan, Rum’dan, türeme bir adı olduğu ve herhalde Türkler de bu yörelerde çoğunluk olmadıkları için o ad öylece kaldı. Dolayısıyla, bir yerin Türkistan sayılması için sadece Türk nüfusa sahip olmasının yetmediğini söyleyebiliriz.

Evliya Çelebi’nin zihninde “Türkistan” denince Rumeli’den farklı, belli bir coğrafyanın canlandığını ise, hem de Rumeli bağlamlarındaki kullanımlarından kolayca anlayabiliyoruz. “Iklık” adlı müzik aletinden bahsederken “Bu saz Arabistan’da ve Türkistan’da çoktur amma Rumeli’nde asla yoktur” diyor. Aynı şekilde, Sofya’yı överken “Bu diyarda ılıcaya ‘bana’ derler. Acem’de germâb, Arab’da humma, Türkistan’da ılıca, Yörükistan’da kaplıca derler” demekte ki mübarek adam başımıza bir de “Yörükistan” sorunsalı açıyor. Hiç girmeyeyim, isteyenler nerelerde “kaplıca” deniyor, onu kıstas alarak bulmaya çalışsın. Yalnız geçerken şunu belirteyim ki Çelebi’nin kendisi “Türkistan” asıllı, yoksa “ılıca” demezdi!

Suyun öte yakasında, Rumeli’nde olduğu için midir nedir, ama Evliyâ, imparatorluğun başkentini de Türkistan’dan saymıyor. İstanbul için Türkistan nitelemesini kullandığını hiç görmedim. Onun Türkistan’ı kesinlikle taşrada bir yerdeydi. Öte yandan Türkistan’a ulaşması için büyük mesafeler katetmek zorunda da değildi. Bakın, payitahtın burnunun dibinde sayılabilecek bir uzaklıkta olan Bursa Yenişehir’i için ne diyor: “Ve bu şehir cümle bin üç yüz kiremit örtülü hâne-i zîbâlardır. Ve âb ü havası ve sahrâ-yı mezraları ve fezâsı latif Türkistanşehirlerinden bir müzeyyen şehirdir.” Anlaşılan Çelebi, Yenişehir’in kiremit kaplı damlarını, süslü evlerini, havasını suyunu, tarlalarını çayırlarını çok beğenmiş ki diğer “Türkistan” şehirleri ve kasabaları için kullandığı küçümseyici dili kullanmamış. İki adım ötedeki İnegöl’den Tavşanlı’ya hareket ettiğinde ise “Türkistan olmakla refikler alıp (…) nehr-i Ilıca’yı atlar ile ubur [geçtik] ettik” dediğine göre, Türklerin ülkesinde bir güvenlik sorunu vardı ve fazladan yoldaşlar almak gereğini duymuştu.

Kendi atalarının toprağı olan Kütahya içinse övgüden başka bir sözü yok ama övgülerini kurgulayışında biraz tuhaflık var: “Gerçi Anadolu’da Türkistan vilayettir, amma ulemâsı ve fuzalâsı ve şu‘arâsı gâyet çokdur. Zirâ halkı safâ ve zevk ile alûdedirler.” Bir Anadolu şehrinde okuryazar kişilerin, oturup kalkmasını, eğlenmesini bilen insanların bulunmasında ne tuhaflık vardı ki Çelebi böyle diyordu?

Evliya Çelebi’nin metni incelendiğinde bu kurgunun sadece Kütahya için değil, diğer Anadolu şehir ve kasabaları için de geçerli olduğunu görürüz. Doğuya doğru ilerleyerek birkaç örnek daha vereyim. Bolu için, “Türkistan’da bu dahi bir şehr-i ganimettir” diyerek bolluğunu övüyor ve “Gerçi Türkistandır amma ayân u eşrafı ve tüccarı çokdur. Gerçekden bir mamûr ve âbâdan şehr-i muazzamdır kim (…) cümle üç bin tahta örtülü hane-i zibalardır” diyor. Bolu’nun zenginlerinin evleri ve hanlar ise kiremit örtülüymüş.

Lâdik (Amasya) için “Gerçi Türkistan şehirlerindendir amma farisü’l- hayl sipahileri ve erbâb-ı maârif yaranları çokdur. Vasatü’l-hâl olanları tüccar ve ehl-i hirefdir. Çuka ferace ve kontuş giyip gûnâ-gûn akça ve gökçe ve pakça esbab giyerler” diyor. Atlı askerlerinin ve okuryazar takımının çokluğu, orta hâlli takımının tüccar ve esnaf oluşu ve insanlarının çeşitli renklerde temiz pak giyinmesi Evliyâ için hoş sürprizler olmuşa benziyor. Çorum da “Gerçi Türkistan şehirlerindendir amma yine erbâb-ı maarifi ve nükte-şinâs çelebileri, ulemâ ve sulehâ”sı olan bir yerdir. Osmanlı’nın Rum vilayetinde olan Tokat ise “Gerçi diyar-ı Rum-ı behçet-rüsûm-ı Sivastan” imiş ama “yine Türkistan add olunup reaya ve berayası gayet koyu Etrak” olan bir yermiş. Son örneğim iyice doğudan, Kemah olsun: “GerçiErzene’r-rûm hâkinde Türkistan şehridir, amma garib-dost, sulehâ-yı ümmetten halûk ve selim âdemleri vardır.”

Bu yazıdaki asıl amacım Evliyâ’nın nereleri Türkistan olarak gördüğünü tesbit etmek ama Anadolu kentlerini överken takındığı “Türkistan olmasına rağmen” söylemine de çok kısa değineyim. Öyle görünüyor ki payitahttan yola çıkan bir çelebi, belki de oradaki diğer çelebilerden oluşan çevresinin ve okurlarının beklentileri doğrultusunda taşraya karşı ciddî önyargılar besliyor ve “Türkistan” dendiğinde cehaletin, yoksulluğun, düzensizliğin ve kaba-sabalığın hüküm sürdüğü, pejmürde kılıklı insanların yaşadığı bir yer anlıyordu. Mümkündür, diğer ülkelerde de payitaht/merkezin periferideki küçük kentler ve kasabalar hakkında böylesi önyargıları ve tepeden bakan görüşleri vardı. Tarihsel bağlamda bunun en aşırı örneklerinden biri Roma kentidir ama herhalde Doğu Roma’nın payitahtının da emperyal küstahlık vadilerinde hatırı sayılır bir yeri bulunuyordu.

Evliyâ Çelebi’nin yazdıklarından Anadolu’da olduğu iyice anlaşılan bu Türkistan’ın coğrafî- kültürel sınırları konusuna gelince, şanslıyız ki seyahatnamesi bu konuda da ufuk açıcı bilgiler içeriyor. Osmanlılarca fethinden sonra Ahıska’nın bir eyalet merkezi (Çıldır Eyaleti) yapılmasını Evliyâ: “Gürcistan ve Kürdistan, Türkistan ve Dağıstan ve Acem diyarının hudûdlarında intihâ-yı serhad” yani serhadin sonu olmasına bağlıyor. Buradaki Türkistan’ın Orta Asya Türkistanı olmadığı ve Anadolu olduğu, hiçbir şey değilse Anadolu’nun zikredilmemesinden anlaşılır. Eh, bu da bize “Türkistan”ın Kuzeydoğu sınırını verir. Bugün Gürcistan’da olan Ahıska’nın Türkiye sınırına sadece 15 kilometre mesafede bulunduğunu düşünürsek Evliya Çelebi’nin sınırında da büyük bir sapma olmadığını söyleyebiliriz.

Batı sınırı olan Rumeli’ni zaten gördük. Güneydeki Antakya içinse, bu kez Arabistan üzerinden giderek “hudut” çizmiş: “Meşhur Arabistan’ın ibtida hududu olmakla” diyor. Arabistan hududu Antakya’dan başlıyormuş. Şöyle devam ediyor: “Bu şehrin cânib-i garbı diyâr-ı Rum’dur. Bu şehir diyâr-ı Arabistan’ın ibtidâsıdır kim Irak-ı Arab yani şehr-i Haleb hududundadır.” Antakya, Halep hududundaymış ve batısında Rum ülkeleri varmış ki bundan da Anadolu ve Rumeli’yi birlikte anlamamız gerektiği kanısındayım. Halep’in kuzeyindeki Maraş içinse  “Bu şehirTürkistan şehirlerindendir” diyor. O dönemde Halep ve tüm Arabistan’ın Osmanlı yönetiminde olduğu düşünülürse buradaki sınırın siyasî bir karşılığının olmadığını daha çok dil ve kültür ekseninde çizilen bir iç sınır olduğunu söylemeliyiz ki bu, bugünkü Türkçe-Arapça dil sınırlarıyla da uyumludur.  Evliyâ Çelebi’nin zihniyet haritasında aynı imparatorluk içinde Arabistan, Türkistan, Rumeli gibi farklı memleketlere muhakkak ki bir yer vardı.

Üç aşağı beş yukarı bugünkü Türkiye sınırlarıyla büyük benzerlik gösteren bir bölgeye Evliya Çelebi’nin Türkistan dediğine dair örnekleri çoğaltmak, onun bu bölgenin adet, görenek, dil ve mimarî özellikleri hakkındaki görüşlerini alıntılamak da mümkün. Vurgulamak istediğim, henüz 17. Yüzyılda bir Osmanlının kafasında bir Türkistan olması ve daha da önemlisi bu coğrafyanın sınırları hakkında da gayet oturmuş görüşleri bulunmasıdır.

Evliyâ Çelebi’nin “Türkistan” dediğinde kesinlikle Orta Asya’yı değil Anadolu’yu kastettiğine dair bir örnekle bitireyim. Olur ya, tarihçiler de bazen bir şeyi kanıtlar. Çelebi, İskenderiye limanı için “Mısır’ın baş iskelesidir ve cümle kâfiristan veTürkistan gemilerinin ârâmgâhıdır [durağıdır]” diyor. O dönemde denize erişimi olmayan Orta Asya’yı ve henüz bir kanal olmadığı için Kızıldeniz tarafından gemi göndermesi imkânsız olan İran’ı diğer muhtemel adaylar olarak elersek, Anadolu’dan başka bir Türkistan kalıyor mu İskenderiye’ye gemi gönderecek? Osmanlılar son zamanlara kadar Türkiye diye bir mevcudiyetten haberdar değildi mi demiştiniz? “Türkiye” yerine “Türkistan” demelerine bakarak bu yargıya ulaşmamıştınız umarım.

[email protected]

(Karar Gazetesi, 9 Ekim 2016)

Devami

Tarihsiz kelajak ildizsiz daraxtdir

ТАРИХСИЗ КEЛАЖАК ИЛДИЗСИЗ ДАРАХТДИР
(Арабчадан таржима)

Француз ёзувчиси Александр Дюма 1844 йилда “Уч мушкетёр” номли бир роман ёзади. Романда подшоҳнинг уч ароқхўр қўриқчилари яна бир тўртинчи шериклари билан бирга Франция қироличасининг бир топшириғини бажарадилар. Хуллас, французлар бу тўқима саргузаштларни дунёга тарқатиб, уч ароқхўр француз чавандозларидан афсонавий қаҳрамонлар ясайдилар. Ҳолбуки, улар ўша қиссанинг ўзида ҳам мақташга арзигулик ҳеч иш қилмайдилар…

Энди эътиборингизни шу ҳодисадан 1200 йил олдин юз берган бошқа бир воқеага қаратсам. Буниси тўқима эмас, тарих зарварақларига битилган ҳақиқатдир. 3000 сонли исломий мужоҳидлардан тузилган қўшин билан уч асл чавандоз 200 000 қўшинли Рим империясига қарши жанг қилиш учун араб саҳросидан Шом диёрлари сари йўл олади. Мана шу оз сонли қўшин тарихда мисли кўрилмаган ғалабага эришди ва бу афсонавий зафар жанг майдонидаги шу уч асл чавандознинг ўз жонларини фидо қилишлари эвазига қучилганди. Улар қандайдир бир подшоҳ йўлида эмас, Франция қироличаси учун эмас, мана шу Диннинг сиз билан бизга етиб келиши йўлида жон фидо қилгандилар. Бу уч чавандоз Зайд ибн Ҳориса, Жаъфар ибн Абу Толиб ва Абдуллоҳ ибн Равоҳалардир. Аллоҳ улардан рози бўлсин ва уларни рози қилсин. Хўш, сиз уларни танийсизми? Улар ҳақида ҳеч ўқиганмисиз, эшитганмисиз?

Мен ўзларининг сохта, тўқима қиссалaрини жар солиб, дунёга тарқатаётган французларни эмас, ўзларининг ҳақиқий, тарихий қаҳрамонларини унутаётган, йўқламаётган, ёдга олмаётган мусулмонларни айблайман. Французлар ўзларининг тўқима уч чавандозини мактабларда таълим бериб, мултфильмлар ишлаётган бир пайтда мусулмон болалари ва ҳатто ўсмирлари ўзларининг шонли тарихларидан мутлақо бехабар қолмоқдалар.

Мана шу кўргулик туфайли болаларимиз аллақандай ўргимчак одам (спайдерман) ёки афсонавий шахс (суперман) бўлишни орзу қиладилар. Қодисия жангида ёлғиз ўзи оқ филни ўлдириб, жасорат кўрсатган Қаъқаъ ибн Амр Тамимий эса бировнинг хаёлига ҳам келмайди. Ўргимчак одам (спайдерман) ўзи кимлигини биласизларми? У Нью-Йoрк шаҳарларини ҳимоя қиладиган тўқима яҳудийдир. Ҳатто шу ролни ижро этадиган актёр ҳам яҳудий бўлиши керак. Бу иш албатта, яҳудийларнинг зарарига эмас, фойдасига хизмат қилади. Зеро, унда яҳудий маданиятига, яҳудий вужудига нисбатан эҳтиром мужассамдир. Нима учун болаларимиз спонге бооб (спонж боб) каби мултфильмларни кўрадилар? Ахир бу мултфильмни кўришни болаларига Американинг ўзидаги айрим оилалар ҳам тақиқлайдилар-ку! Негаки, унда бир хил жинслилар никоҳи тарғиб этилади. Украина каби бир давлат болаларини эҳтиёт қилиш учун уни ТВ орқали эфирга узатишни қонунан тақиқлаган. Шуни биласизларми?! Мусулмон болаларичи? Наҳотки уларга намойиш қилиш мумкин бўлган мусулмон қаҳрамонлар бўлмаса?! Ё алҳазар!

Хўш, ҳозирги болаларимиз танийдиган, биладиган тарихий араб шахслар кимлар? Синдбодми, Аловуддинми ёки Алибобоми? Бу шахслар аввало тўқима образлар, қолаверса, улар араб ҳам эмас. Уларни ёзган одам “Минг бир кеча”нинг муаллифидир. Унинг-да арабларга ҳам, мусулмонларга ҳам ҳеч қандай алоқаси йўқ. Болаларимиз Аловуддиндан нимани ҳам ўрганарди? Унинг бор қиладиган иши сеҳрли чироқни сийпалаб, унинг ичидаги жинга истагини айтишдан ўзга нарса эмас. Халқи учун, миллати учун, ҳатто ўзи учун нима қилдики, болаларимиз ундан бирор ибрат олсалар. Алибободан нимани ўрганадилар. Қирқ қароқчининг одамлардан ўғирлаб олган бойликларини ўмаришними? Ва шу билан қирқ биринчи қароқчига айланишними?

Биз бу кўрсатувимизда шу вақтга қадар бўяб кўрсатилиб келинаётган исломий тарих воқеини ўзгартиришга, уни босиб олган ғуборларни кетказиб, буюкларнинг унутилган қиссаларини, кўрсатган қаҳрамонликларини намойиш этишга ҳаракат қиламиз. Улар нафақат Ислом тарихидаги, балки бутун инсоният тарихидаги ҳақиқий буюк шахслардир.

Тарихий ҳужум (тарихга қаратилган ҳужум) нафақат ҳозиримиз, балки ўтмишимизга – илдизимизга болта уришга уринмоқда. У тарих саҳнидаги вужудимизнинг устунларини йиқитиш мақсадида умматнинг ўз пешволарига бўлган ишончини заифлaштириш, унинг қалбига турли хил шак-шубҳалар солиш назарияси асосида иш олиб бормоқда. Аблаҳлар қаҳрамонларимизни жиноятчи қотилларга, олимларимизни эса савдойиларга айлантирмоқчи ёки энг камида уларни тарих саҳифасидан ўчириб юбориб, ўрнига хаёлий, тўқима қаҳрамонларни олиб келмоқчи бўлмоқдалар. Чунончи, Амр ибн Оcдек (Аллоҳ у кишидан рози бўлсин) буюк қўмондонни ҳарбий жиноятчи (уруш очиш жиноятини содир этган шахс)га чиқариб, Наполеондек ҳарбий жиноятчидан эса миллий қаҳрамон ясаб, у ҳақда мактабларда, бизнинг мактабларимизда дарс бермоқдалар. Учишга ҳаракат қилган Аббос ибн Фарнос савдойига чиқарилиб, худди шу ишни қилган Райддаги ака-укалар улуғланмоқда. Ҳолбуки, Аббос ибн Фарнос ўз мақсадига эришиб, учишга муваффақ бўлганди. Улар талқин қилаётганларидек, ўша пайтдаёқ ўлиб кетмаганди.

Ёшларимиз орасида Рембони танимайдигани бўлмаса керак. Аслида у Вьетнам мағлубиятидан кейин руҳиятни тетиклаштириш мақсадида ўйлаб топилган уйдирмадан бошқа нарса эмас. Бу билан мен уларни айбламоқчи эмасман. Зеро, ўзини ўзи ҳурмат қиладиган ҳар қандай давлатнинг шундай йўл тутиши табиий.

Во ажаб! Нима бўляпти ўзи! Наҳотки мусулмон ёшларимиз қаердаги асли йўқ, тўқима Рембони қаҳрамон деб билсалару, Рембодан кўра неча баробар каттароқ қаҳрамонликлар кўрсатган ҳақиқий тарихий қаҳрамонларни танимасалар?! Масалан, улуғ саҳоба Муҳаммад ибн Маслама каби довюраклар кўрсатган қаҳрамонликлар ақлларни лол қолдириб келган. Кўрсатувимизда ҳали бу ҳақда алоҳида тўхталиб ўтамиз, иншооллоҳ.

Че Геварага қойил қоладиган, фантастик ва танк остида қолса ҳам ўлмайдиган қаҳрамонлар ҳақидаги киноларга муккасидан кетган ёшларимизга бир саволим бор. Геваранинг ўзи эътироф этган бир ҳақиқатни биласизми? Исломий мағриб афсонаси ва амир Муҳаммад ибн Абдулкарим Хаттобий ҳақида ўқиганмисиз, эшитганмисиз? Геваранинг шахсан ўзи партизанлар урушини мана шу исломий қўмондондан ўрганганини эътироф этган. Ўша пайтда саҳобаларнинг фидойи гуруҳлари форсларнинг Тастур шаҳрини ишғол қилишда ер остидан, анҳорлару шалолалар остидан шаҳарга кириб борган эдилар.

Шуни эсдан чиқармайликки, тарихимиздан бегоналашаётганимизнинг асосий сабабларидан бири тарихимизга қаратилган ҳужумдир. Улар буюк Ислом тарихини бўяб кўрсатишга уриняптилар. Масалан, Аҳмад ибн Фазлон каби ноёб паҳлавонлар хотираси йўқ қилиниб, ўрнига Алибобо каби тўқима, сохта паҳлавонлар жойлаштириляпти. Шу билан тарихимизда жиноятчи қўмондонлару савдойи олимлар қоляпти, холос. Қаҳрамонларимиз эса сеҳрли чироқлару учар гиламларсиз ҳеч иш қила олмайдиган нотавонлар бўлиб қоляпти. Мусулмонмисан, тамом, қаҳрамон бўлишинг учун ё саҳрога чиқиб кетишинг ёки қоп-қоронғу ғорга кириб кетишинг лозим.

Ғанимлар қалбингизга шу ҳис-туйғуни экканларидан кейин ўзингиз сезмаган ҳолингизда намуна-ўрнак бўлиш неъматидан мосуво бўла бошлайсиз. Шу билан ёшларимизда руҳий синиш, жароҳатланиш пайдо бўлиб, алалоқибат, анави ғанимларга тобе бўлишдан ўзга чора қолмагандек туюла бошлайди. Ана шу пайтда сиз билан биз осонгина ачиган мевадек чиқиндига чиқамиз-қоламиз…

Лекин энди уларнинг бу номери ўтмайди. Энди замон ўзгарди. Энди ўз тарихимизни ўз қўлларимиз билан ёзурмиз. Энди Ислом умматининг асл ўғлонлари, тарих йўналишини ўзгартира олган буюк қаҳрамонлари ҳақидаги уйдирмалар йўқ қилинур, ғуборлар кетказилур…

Muqim Mahmud

TARIXSIZ KELAJAK ILDIZSIZ DARAXTDIR
(Arabchadan tarjima)

Frantsuz yozuvchisi Aleksandr Dyuma 1844 yilda “Uch mushketyor” nomli bir roman yozadi. Romanda podshohning uch aroqxo‘r qo‘riqchilari yana bir to‘rtinchi sheriklari bilan birga Frantsiya qirolichasining bir topshirig‘ini bajaradilar. Xullas, frantsuzlar bu to‘qima sarguzashtlarni dunyoga tarqatib, uch aroqxo‘r frantsuz chavandozlaridan afsonaviy qahramonlar yasaydilar. Holbuki, ular o‘sha qissaning o‘zida ham maqtashga arzigulik hech ish qilmaydilar…

Endi e’tiboringizni shu hodisadan 1200 yil oldin yuz bergan boshqa bir voqeaga qaratsam. Bunisi to‘qima emas, tarix zarvaraqlariga bitilgan haqiqatdir. 3000 sonli islomiy mujohidlardan tuzilgan qo‘shin bilan uch asl chavandoz 200 000 qo‘shinli Rim imperiyasiga qarshi jang qilish uchun arab sahrosidan Shom diyorlari sari yo‘l oladi. Mana shu oz sonli qo‘shin tarixda misli ko‘rilmagan g‘alabaga erishdi va bu afsonaviy zafar jang maydonidagi shu uch asl chavandozning o‘z jonlarini fido qilishlari evaziga quchilgandi. Ular qandaydir bir podshoh yo‘lida emas, Frantsiya qirolichasi uchun emas, mana shu Dinning siz bilan bizga etib kelishi yo‘lida jon fido qilgandilar. Bu uch chavandoz Zayd ibn Horisa, Ja’far ibn Abu Tolib va Abdulloh ibn Ravohalardir. Alloh ulardan rozi bo‘lsin va ularni rozi qilsin. Xo‘sh, siz ularni taniysizmi? Ular haqida hech o‘qiganmisiz, eshitganmisiz?

Men o‘zlarining soxta, to‘qima qissalarini jar solib, dunyoga tarqatayotgan frantsuzlarni emas, o‘zlarining haqiqiy, tarixiy qahramonlarini unutayotgan, yo‘qlamayotgan, yodga olmayotgan musulmonlarni ayblayman. Frantsuzlar o‘zlarining to‘qima uch chavandozini maktablarda ta’lim berib, multfilьmlar ishlayotgan bir paytda musulmon bolalari va hatto o‘smirlari o‘zlarining shonli tarixlaridan mutlaqo bexabar qolmoqdalar.

Mana shu ko‘rgulik tufayli bolalarimiz allaqanday o‘rgimchak odam (spayderman) yoki afsonaviy shaxs (superman) bo‘lishni orzu qiladilar. Qodisiya jangida yolg‘iz o‘zi oq filni o‘ldirib, jasorat ko‘rsatgan Qa’qa’ ibn Amr Tamimiy esa birovning xayoliga ham kelmaydi. O‘rgimchak odam (spayderman) o‘zi kimligini bilasizlarmi? U Nьyu-York shaharlarini himoya qiladigan to‘qima yahudiydir. Hatto shu rolni ijro etadigan aktyor ham yahudiy bo‘lishi kerak. Bu ish albatta, yahudiylarning zarariga emas, foydasiga xizmat qiladi. Zero, unda yahudiy madaniyatiga, yahudiy vujudiga nisbatan ehtirom mujassamdir. Nima uchun bolalarimiz sponge boob (sponj bob) kabi multfilьmlarni ko‘radilar? Axir bu multfilьmni ko‘rishni bolalariga Amerikaning o‘zidagi ayrim oilalar ham taqiqlaydilar-ku! Negaki, unda bir xil jinslilar nikohi targ‘ib etiladi. Ukraina kabi bir davlat bolalarini ehtiyot qilish uchun uni TV orqali efirga uzatishni qonunan taqiqlagan. Shuni bilasizlarmi?! Musulmon bolalarichi? Nahotki ularga namoyish qilish mumkin bo‘lgan musulmon qahramonlar bo‘lmasa?! Yo alhazar!

Xo‘sh, hozirgi bolalarimiz taniydigan, biladigan tarixiy arab shaxslar kimlar? Sindbodmi, Alovuddinmi yoki Alibobomi? Bu shaxslar avvalo to‘qima obrazlar, qolaversa, ular arab ham emas. Ularni yozgan odam “Ming bir kecha”ning muallifidir. Uning-da arablarga ham, musulmonlarga ham hech qanday aloqasi yo‘q. Bolalarimiz Alovuddindan nimani ham o‘rganardi? Uning bor qiladigan ishi sehrli chiroqni siypalab, uning ichidagi jinga istagini aytishdan o‘zga narsa emas. Xalqi uchun, millati uchun, hatto o‘zi uchun nima qildiki, bolalarimiz undan biror ibrat olsalar. Alibobodan nimani o‘rganadilar. Qirq qaroqchining odamlardan o‘g‘irlab olgan boyliklarini o‘marishnimi? Va shu bilan qirq birinchi qaroqchiga aylanishnimi?

Biz bu ko‘rsatuvimizda shu vaqtga qadar bo‘yab ko‘rsatilib kelinayotgan islomiy tarix voqeini o‘zgartirishga, uni bosib olgan g‘uborlarni ketkazib, buyuklarning unutilgan qissalarini, ko‘rsatgan qahramonliklarini namoyish etishga harakat qilamiz. Ular nafaqat Islom tarixidagi, balki butun insoniyat tarixidagi haqiqiy buyuk shaxslardir.

Tarixiy hujum (tarixga qaratilgan hujum) nafaqat hozirimiz, balki o‘tmishimizga – ildizimizga bolta urishga urinmoqda. U tarix sahnidagi vujudimizning ustunlarini yiqitish maqsadida ummatning o‘z peshvolariga bo‘lgan ishonchini zaiflashtirish, uning qalbiga turli xil shak-shubhalar solish nazariyasi asosida ish olib bormoqda. Ablahlar qahramonlarimizni jinoyatchi qotillarga, olimlarimizni esa savdoyilarga aylantirmoqchi yoki eng kamida ularni tarix sahifasidan o‘chirib yuborib, o‘rniga xayoliy, to‘qima qahramonlarni olib kelmoqchi bo‘lmoqdalar. Chunonchi, Amr ibn Ocdek (Alloh u kishidan rozi bo‘lsin) buyuk qo‘mondonni harbiy jinoyatchi (urush ochish jinoyatini sodir etgan shaxs)ga chiqarib, Napoleondek harbiy jinoyatchidan esa milliy qahramon yasab, u haqda maktablarda, bizning maktablarimizda dars bermoqdalar. Uchishga harakat qilgan Abbos ibn Farnos savdoyiga chiqarilib, xuddi shu ishni qilgan Rayddagi aka-ukalar ulug‘lanmoqda. Holbuki, Abbos ibn Farnos o‘z maqsadiga erishib, uchishga muvaffaq bo‘lgandi. Ular talqin qilayotganlaridek, o‘sha paytdayoq o‘lib ketmagandi.

Yoshlarimiz orasida Remboni tanimaydigani bo‘lmasa kerak. Aslida u Vьetnam mag‘lubiyatidan keyin ruhiyatni tetiklashtirish maqsadida o‘ylab topilgan uydirmadan boshqa narsa emas. Bu bilan men ularni ayblamoqchi emasman. Zero, o‘zini o‘zi hurmat qiladigan har qanday davlatning shunday yo‘l tutishi tabiiy.

Vo ajab! Nima bo‘lyapti o‘zi! Nahotki musulmon yoshlarimiz qaerdagi asli yo‘q, to‘qima Remboni qahramon deb bilsalaru, Rembodan ko‘ra necha barobar kattaroq qahramonliklar ko‘rsatgan haqiqiy tarixiy qahramonlarni tanimasalar?! Masalan, ulug‘ sahoba Muhammad ibn Maslama kabi dovyuraklar ko‘rsatgan qahramonliklar aqllarni lol qoldirib kelgan. Ko‘rsatuvimizda hali bu haqda alohida to‘xtalib o‘tamiz, inshoolloh.

Che Gevaraga qoyil qoladigan, fantastik va tank ostida qolsa ham o‘lmaydigan qahramonlar haqidagi kinolarga mukkasidan ketgan yoshlarimizga bir savolim bor. Gevaraning o‘zi e’tirof etgan bir haqiqatni bilasizmi? Islomiy mag‘rib afsonasi va amir Muhammad ibn Abdulkarim Xattobiy haqida o‘qiganmisiz, eshitganmisiz? Gevaraning shaxsan o‘zi partizanlar urushini mana shu islomiy qo‘mondondan o‘rganganini e’tirof etgan. O‘sha paytda sahobalarning fidoyi guruhlari forslarning Tastur shahrini ishg‘ol qilishda er ostidan, anhorlaru shalolalar ostidan shaharga kirib borgan edilar.

Shuni esdan chiqarmaylikki, tariximizdan begonalashayotganimizning asosiy sabablaridan biri tariximizga qaratilgan hujumdir. Ular buyuk Islom tarixini bo‘yab ko‘rsatishga urinyaptilar. Masalan, Ahmad ibn Fazlon kabi noyob pahlavonlar xotirasi yo‘q qilinib, o‘rniga Alibobo kabi to‘qima, soxta pahlavonlar joylashtirilyapti. Shu bilan tariximizda jinoyatchi qo‘mondonlaru savdoyi olimlar qolyapti, xolos. Qahramonlarimiz esa sehrli chiroqlaru uchar gilamlarsiz hech ish qila olmaydigan notavonlar bo‘lib qolyapti. Musulmonmisan, tamom, qahramon bo‘lishing uchun yo sahroga chiqib ketishing yoki qop-qorong‘u g‘orga kirib ketishing lozim.

G‘animlar qalbingizga shu his-tuyg‘uni ekkanlaridan keyin o‘zingiz sezmagan holingizda namuna-o‘rnak bo‘lish ne’matidan mosuvo bo‘la boshlaysiz. Shu bilan yoshlarimizda ruhiy sinish, jarohatlanish paydo bo‘lib, alaloqibat, anavi g‘animlarga tobe bo‘lishdan o‘zga chora qolmagandek tuyula boshlaydi. Ana shu paytda siz bilan biz osongina achigan mevadek chiqindiga chiqamiz-qolamiz…

Lekin endi ularning bu nomeri o‘tmaydi. Endi zamon o‘zgardi. Endi o‘z tariximizni o‘z qo‘llarimiz bilan yozurmiz. Endi Islom ummatining asl o‘g‘lonlari, tarix yo‘nalishini o‘zgartira olgan buyuk qahramonlari haqidagi uydirmalar yo‘q qilinur, g‘uborlar ketkazilur…

Muqim Mahmud

 

Devami

“Turon tarihiga bir nazar” (Kiril ve Lotın harflarida)

Ҳар бир киши ўз юртига бўлган меҳр-муҳаббатининг рамзи сифати, бу юртнинг тарихини ўрганади. Қўлидан келганлар эса, ушбу ўзи ўрганган нарсаларни келажак авлодларга ҳам қолдиришни ўйлайди, бунинг учун ҳаракат қилади.

Шундай уринишлардан бири Саййид Абдулмўмин ибн Саййид Акрамнинг “Турон тарихига ёғдулар” номли китобидир.

Китобнинг муаллифи Бухорода болшевиклар инқилобигача ҳукмдор бўлган манғит хонлари сулоласидандир. У кишининг отаси Саййид Акрамхон Музаффархон ўғли Бухоронинг охирги амири Саййид Олимхоннинг амакиваччасидир. Саййид Абдулмўмин ибн Саййид Акрамхон 1318 ҳ. санада отаси ҳоким бўлиб турган Ғузор вилоятида таваллуд топган. Ёшлигида мадрасани тамомлаб, сўнгра от чопиш, ўқ отиш каби ҳарбий машқларни ўрганди. Русияда коммунистлар давлат тўнтариши қилганда, қамоқлардан беш юз нафар австриялик асирлар қочиб, Бухоронинг шарқига келдилар. Уларнинг ичида харбий муҳандислар ҳам бор эди. Ўша ернинг ҳокими бўлган Саййид Акрамхон мазкур австриялик муҳандислардан бухоролик муҳандислар билан ҳамкорликда тўп-замбарак ясашни йўлга қўйишни таклиф қилади ва бу ишга ўз ўғли Саййид Абдулмўминни бош этиб тайинлайди. Иш юришиб, тўплар тажрибадан яхши ўтади. Муҳандисларни Амир Олимхон ишга таклиф қилади. Болъшевик-коммунистлар ҳужуми аввалида Саййид Абдулмўмин тоғда қамалда қолган аёллар ва ёш болаларни қутқаришга бош бўлади. Коммунистлар ҳужумини тўсиш учун истеҳкомлар қуришда иштирок этади. Ҳимоя чизиғига етиб келган Амир Олимхон Саййид Адулмўминга аёллар ва ёш болаларни Афғонистонга олиб ўтишни топширади. Афғонистонда бир қанча муддат яшагандан сўнг укаси Ҳошим билан кобуллик ҳожилар гуруҳида ҳажга боради ва ўша ерда яшаб қолади. Маккадаги Бухоро амирлиги тамонидан қилинган вақфларга нозирлик қилади. У киши яқинда Маккада вафот этди. (Аллоҳ ўз раҳматига олсин).

Ўзи билан керакли ҳужжатларни тўплаб юрган Саййид Абдулмўмин юртимиз тарихи тўғрисидаги араб, форс ва турк тилларидаги китобларни кўплаб мутоала қилади. Ушбу мутоала ва уринишлари самараси ўлароқ араб тилида, “Азвоу алот тарихи Турон” яъни, “Турон тарихига ёғдулар” китобини ёзди. Китобни Робитатул Оламул Исломий нашр этган. Китоб муқаддимаси машҳур олим, Аҳмад Муҳаммад Жамол тамонидан ёзилганлиги ҳам алоҳида эътибор касб этади.

Муаллифнинг ўзи эътироф этиб, мен тарихчи олим эмасман, аммо Турон юртининг бир фарзанди сифатида юртимнинг менда ҳаққи борлигини ҳис этганимдан, ватандошларимга ўзим тўплаган ва билган ҳақиқатларни китоб шаклида қолдирмоқни қасд қилдим, дейди. Дарҳақиқат, муаллиф тарихчи олим эмас, аммо у киши тўплаган маълумот ва келтирган гувоҳлигу далилларни ҳар қандай тарихчи ҳам қила олмайди. Бир неча тилларни билиб, уларда ўқиб-ёзиб, ҳужжатларни солиштиришга ҳамма тарихчи ҳам қодир эмас.

Менимча, Саййид Абдулмўмин раҳматуллоҳи алайҳининг ўз кўзи билан кўрган воқеаларни ҳикоя қилишлари алоҳида аҳамиятга эга. Аввало, бу шахсий гувоҳлик бўлса, қолаверса, ўша даврдаги ҳукмрон тоифанинг вакили сифатида фикр юритишлари ўзгача маъно касб этади. Чунки бизнинг тарихимизда ва уни ўрганишда айнан ўша нарса етишмайди. Коммунистик инқилоб ва ундан кейинги воқеалар ҳозиргача фақат бир ёқлама, ёлғон билан талқин этилинди. “Турон тарихига ёғдулар” китобида эса, ҳукмни коммунистлар куч билан тортиб олган тоифа вакилининг кўз қараши ифода этилади. Бу билан, олдин фақат ёлғон маълумотлар бор эди, энди юз фоиз ростини топиб олдик, деб ҳам айтмоқчи эмасмиз. Тарихга қайта назар солиб, уни илмий йўл билан, омонат билан халқимизга тўғри ҳолда тақдим қилиш тарихчиларимизнинг бурчи. Ана ўша катта ҳажмдаги ишда эса, Саййид Абдулмўминга ўхшаш азизларимизнинг асарлари ўзининг муносиб ўрнини топади, деб ўйлаймиз.

“Турон тарихига ёғдулар” китоби фақат муаллифнинг хотираларидан иборат эмас, балки кўрган, эшитган воқеаларга жуда оз жой ажратилган. Китобнинг аввалида Туроннинг қадимги тарихидан сўз кетади, унинг ҳақидаги жўғрофий маълумотлар берилади. Сўнгра Ислом давридаги тарих ҳақида, турк халқларининг Ислом учун қилган хизматлари, Турон тупроғида етишган алломалар тўғрисида маълумотлар берилади. Турон заминида ҳукм сурган давлатлар бирма-бир эсга олинади. Турк халқларининг заифлашиши ва давлатларнинг парчаланиб кетиши ҳам тилга олинади. Ниҳоят, рус истилосига етиб келинади. Сўнгра муаллиф ўз қабиласига мансуб манғитлар сулоласининг ҳукми ҳақида сўз юритиб, султон ва амирлар, уларнинг ҳукмдорлиги ҳақида тарихий тасансул ила маълумотлар келтиради. Ундан кейин коммунистлар босқинидан сўнг бўлиб ўтган воқеаларга тўхталади.

Советлар тўғрисидаги бобни муаллиф “Бобомиз Музаффархон давридан бошлаб Амир Олимхон давригача ўтган олтмиш уч йилни Бухоро давлати рус подшоси Александр билан тузилган шартнома асосида тинчлик ва омонликда ўтказди”, деган иборалар билан бошлайди.

Сўнгра, Ленин бошлиқ коммунистлар давлат тўнтариши қилганидан сўнг, вазият тамоман ўзгаргани, янги келганлар ҳам шартнома тузган бўлишларига қарамай, аҳдида турмасликлари, ёлғончи ва хиёнаткор эканликларини ҳужжат ва далиллар билан баён қилади.

“Турон тарихига ёғдулар” китоби муаллифи Саййид Абдулмўмин коммунист ҳукмдорларни, аҳдига вафоси ҳам йўқ, виждони ҳам йўқ, одамларнинг молу-мулкини тортиб олиш, уламолар, бой кишилар ва ақл заковатлиларни йўқ қилишдан бошқа мақсади йўқ кишилар, деб васф қилади. Коммунистлар сиртда Бухоро давлатига дўстликни даъво қилсалар ҳам, ичда алдамчиликни ва уни босиб олишни режа қиларди, дейди муаллиф.

Ҳозиргача халқимизга тақдим қилинаётган коммунистча тарихда, қизил армия Бухоро халқи талабига биноан мазлум меҳнаткашларни озод қилиш учун келганда, Амир Олимхон Афғонистонга қочиб қолди, дейилади. Аммо Саййид Абдулмўмин ўз китобларида бошқача маълумотлар беради. Кўпчиликни ушбу биз учун янгилик бўлган маълумотлардан хабардор қилиш мақсадида бир оз тафсилотларни келтириб ўтишни лозим топдик.

Саййид Абдулмўминнинг ёзишларича, 1336 ҳ. сана жумадис сони ойида Колесов бошчилигидаги қизил армия Когонга етиб келган. Аммо амирлик кучлари уларни тўсиб, қамалга олган. Шунда Ленин ўз вакилини юбориб, Бухоронинг мустақиллигини эътироф қилган, Чор ҳукумати босиб олган ерларни қайтаришга, шунингдек, Бухорога қурол-аслаҳа, ўқ-дори ва учқичлар беришга ваъда берган. Бухорога элчи ва Тошкентдан ўн бир дона тўп ҳам юборган. Аммо қизиғи шундаки, юборилган тўпларнинг ўқи йўқ экан.

Амир Олимхон коммунистларнинг ваъдаси ёлғон экани маълум бўлганидан сўнг, қўшни давлатлардан қурол сотиб олган, аскар тўплаб машқ қилдирган.

Русия ичидаги бўҳронлар тинчигандан сўнг коммунистларнинг муомиласи ўзгарган. Улар Бухородаги элчилари орқали бекорга буғдой ва гуруч беришни талаб қилишган. Шунингдек, коммунист жосуслари одамларни ушлаб қамашган ва бошқа иғволар чиқариб, Бухорога ҳужум қилишга баҳона чиқаришга уринганлар. Амир Олимхон эллик минг аскар тўплаб, темир йўл бўйлаб истеҳкомлар қурган.

Шунда Ленин тезда Тошкентдан ўзининг Тиронов номли вакилини юбориб, янги найрангларни бошлаган. Амир Олимхонга шартномага амал қилиш Русияънинг ички бўҳронлари туфайли кечикиб қолганига узр айтган. Ўзининг Бухоро билан дўстлик алоқаларини давом эттириш ниятида эканлигини ва бу алоқалардан кўплаб яхшилик кутаётганини айтган. Шунингдек, Бухоронинг нима талаби бўлса, бажаришга тайёр эканлигини билдириб, темир йўлдаги қамалда қолган қизил армияни қамалдан чиқаришни сўраган. Бундан сўнг икки тараф учинчи бор шартнома тузиб имзо қўйишган. Шартномага амал қилиб, Амир Олимхон ўз аскарларини темир йўлдан уч мил масофага узоқлаштирган, чегарачилар сонини камайтирган.

Аммо коммунистлар ўз одатларича яна навбатдаги хиёнатни қилганлар. 1338 ҳ. сана зул ҳижжа ойининг ўн беши, душанба куни кечаси соат ўн иккида ҳужум бошлаб, чегарачиларни асир олганлар, ҳаводан, ердан, турли қуроллар билан Бухорога бостириб кирганлар. Кутилмаган бу коммунистик ғоратда фақат кекса кишилар, аёллар ва болалардан эллик минг киши ҳалок бўлган. Бошқа талофатларнинг ҳисоби йўқ даражада эди.

Бундан тўрт кун кейин Амир Олимхон давлат аёнлари ва йигирма беш минг аскар билан Бухородан чиқиб, ўн кундан сўнг Қўрғонтепага етиб боради. Сўнгра Бойсунда истеҳкомлар қуради. Шу ерда коммунистлар билан бухороликлар орасидаги уруш олти ой давом этади. Сўнгра коммунистларга Московдан ёрдам кучлари ва янги қурол-аслаҳа келади. Улар бухороликларга янги ҳужум бошладилар. Ўн кун давом этган шиддатли жанглардан сўнг бухороликларнинг ўқ-дорилари тугаб қолади. Амир Олимхон Афғонистон подшоси Омонуллохонга одам юбориб, пулга бўлса ҳам ўқ-доридан ёрдам бериб туришини сўрайди. Омонуллохон эса, Амир Олимхоннинг ўзи келсин, дейди. Ўз аскарларига мулла Муҳаммад Иброҳимбек девонбеги ва Давлатмандбек девонбегиларни бошлиқ этиб тайинлаган Амир Олимхон 1339ҳ. сана, 22 жумадус сони, чоршанба куни Жайҳун дарёсидан Афғонистонга ўтади. Омонуллохон уни тантана билан кутиб олади ва ўз меҳмони, деб эълон қилиб, 12000 рупия ойлик тайин қилади. Шундан кейин Амир Олимхон Омонуллохоннинг хоин эканлигини тушуниб етади. Омонуллохон Ленин билан тил бириктириб, уни алдаганини англайди. Ушбу хиёнат натижасида Амир Олимхон қасрда қамалиб қолади. Унга ҳеч қаёққа чиқишга, ҳатто ҳажга боришга ҳам рухсат берилмайди.

Амир Олимхон Афғонистонда тутилиб қолгандан сўнг ҳам унинг аскарлари Иброҳимбек бошчилигида коммунистларга қарши курашни давом этдирадилар. Хусусан, Туркиядан Анвар Пошша келиб, ҳарбий ишлар режаси тузилиб, Бойсун, Ғузор, Шеробод ва Қарши каби жойлар озод қилиниши катта ғалаба бўлди. У ерларга истеҳкомлар қурилди. Атрофдаги шаҳар ва қишлоқларда ҳам коммунистларга қарши қуролли кураш бошланиб, Иброҳимбекдан қўмондонлар беришни сўрай бошлашди. Уларга ҳам ёрдам берилди.

Ушбу ғалабалардан сўнг Иброҳимбек Омонуллохонга саккиз кишилик ҳайат юбориб, Амир Олимхоннинг озод қилинган ерларга қайтиб келишини таминлашни сўради. Аммо Омонуллохон турли баҳоналар билан ҳайатни қуруқ қайтарди. Амир Олимхонни яна саройда ушлаб қолди.

Амир Олимхон 1943 йил, 29 апрелда 64 ёшида Кобулда вафот этди.

“Турон тарихига ёғдулар” китобида бундан бошқа ҳам қизиқарли маълумотлар кўп. Тарихчиларимиз хоҳласалар, бу китобдан самарали фойдалинишлари мумкин.

Аллоҳ таоло барчамизни тўғри йўлга бошласин.

Манба: e-tarix.uz

———————————————————–

Har bir kishi o‘z yurtiga bo‘lgan mehr-muhabbatining ramzi sifati, bu yurtning tarixini o‘rganadi. Qo‘lidan kelganlar esa, ushbu o‘zi o‘rgangan narsalarni kelajak avlodlarga ham qoldirishni o‘ylaydi, buning uchun harakat qiladi.

Shunday urinishlardan biri Sayyid Abdulmo‘min ibn Sayyid Akramning “Turon tarixiga yog‘dular” nomli kitobidir.

Kitobning muallifi Buxoroda bolsheviklar inqilobigacha hukmdor bo‘lgan mang‘it xonlari sulolasidandir. U kishining otasi Sayyid Akramxon Muzaffarxon o‘g‘li Buxoroning oxirgi amiri Sayyid Olimxonning amakivachchasidir. Sayyid Abdulmo‘min ibn Sayyid Akramxon 1318 h. sanada otasi hokim bo‘lib turgan G‘uzor viloyatida tavallud topgan. Yoshligida madrasani tamomlab, so‘ngra ot chopish, o‘q otish kabi harbiy mashqlarni o‘rgandi. Rusiyada kommunistlar davlat to‘ntarishi qilganda, qamoqlardan besh yuz nafar avstriyalik asirlar qochib, Buxoroning sharqiga keldilar. Ularning ichida xarbiy muhandislar ham bor edi. O‘sha yerning hokimi bo‘lgan Sayyid Akramxon mazkur avstriyalik muhandislardan buxorolik muhandislar bilan hamkorlikda to‘p-zambarak yasashni yo‘lga qo‘yishni taklif qiladi va bu ishga o‘z o‘g‘li Sayyid Abdulmo‘minni bosh etib tayinlaydi. Ish yurishib, to‘plar tajribadan yaxshi o‘tadi. Muhandislarni Amir Olimxon ishga taklif qiladi. Bol’shevik-kommunistlar hujumi avvalida Sayyid Abdulmo‘min tog‘da qamalda qolgan ayollar va yosh bolalarni qutqarishga bosh bo‘ladi. Kommunistlar hujumini to‘sish uchun istehkomlar qurishda ishtirok etadi. Himoya chizig‘iga yetib kelgan Amir Olimxon Sayyid Adulmo‘minga ayollar va yosh bolalarni Afg‘onistonga olib o‘tishni topshiradi. Afg‘onistonda bir qancha muddat yashagandan so‘ng ukasi Hoshim bilan kobullik hojilar guruhida hajga boradi va o‘sha yerda yashab qoladi. Makkadagi Buxoro amirligi tamonidan qilingan vaqflarga nozirlik qiladi. U kishi yaqinda Makkada vafot etdi. (Alloh o‘z rahmatiga olsin).

O‘zi bilan kerakli hujjatlarni to‘plab yurgan Sayyid Abdulmo‘min yurtimiz tarixi to‘g‘risidagi arab, fors va turk tillaridagi kitoblarni ko‘plab mutoala qiladi. Ushbu mutoala va urinishlari samarasi o‘laroq arab tilida, “Azvou alot tarixi Turon” ya’ni, “Turon tarixiga yog‘dular” kitobini yozdi. Kitobni Robitatul Olamul Islomiy nashr etgan. Kitob muqaddimasi mashhur olim, Ahmad Muhammad Jamol tamonidan yozilganligi ham alohida e’tibor kasb etadi.

Muallifning o‘zi e’tirof etib, men tarixchi olim emasman, ammo Turon yurtining bir farzandi sifatida yurtimning menda haqqi borligini his etganimdan, vatandoshlarimga o‘zim to‘plagan va bilgan haqiqatlarni kitob shaklida qoldirmoqni qasd qildim, deydi. Darhaqiqat, muallif tarixchi olim emas, ammo u kishi to‘plagan ma’lumot va keltirgan guvohligu dalillarni har qanday tarixchi ham qila olmaydi. Bir necha tillarni bilib, ularda o‘qib-yozib, hujjatlarni solishtirishga hamma tarixchi ham qodir emas.

Menimcha, Sayyid Abdulmo‘min rahmatullohi alayhining o‘z ko‘zi bilan ko‘rgan voqealarni hikoya qilishlari alohida ahamiyatga ega. Avvalo, bu shaxsiy guvohlik bo‘lsa, qolaversa, o‘sha davrdagi hukmron toifaning vakili sifatida fikr yuritishlari o‘zgacha ma’no kasb etadi. Chunki bizning tariximizda va uni o‘rganishda aynan o‘sha narsa yetishmaydi. Kommunistik inqilob va undan keyingi voqealar hozirgacha faqat bir yoqlama, yolg‘on bilan talqin etilindi. “Turon tarixiga yog‘dular” kitobida esa, hukmni kommunistlar kuch bilan tortib olgan toifa vakilining ko‘z qarashi ifoda etiladi. Bu bilan, oldin faqat yolg‘on ma’lumotlar bor edi, endi yuz foiz rostini topib oldik, deb ham aytmoqchi emasmiz. Tarixga qayta nazar solib, uni ilmiy yo‘l bilan, omonat bilan xalqimizga to‘g‘ri holda taqdim qilish tarixchilarimizning burchi. Ana o‘sha katta hajmdagi ishda esa, Sayyid Abdulmo‘minga o‘xshash azizlarimizning asarlari o‘zining munosib o‘rnini topadi, deb o‘ylaymiz.

“Turon tarixiga yog‘dular” kitobi faqat muallifning xotiralaridan iborat emas, balki ko‘rgan, eshitgan voqealarga juda oz joy ajratilgan. Kitobning avvalida Turonning qadimgi tarixidan so‘z ketadi, uning haqidagi jo‘g‘rofiy ma’lumotlar beriladi. So‘ngra Islom davridagi tarix haqida, turk xalqlarining Islom uchun qilgan xizmatlari, Turon tuprog‘ida yetishgan allomalar to‘g‘risida ma’lumotlar beriladi. Turon zaminida hukm surgan davlatlar birma-bir esga olinadi. Turk xalqlarining zaiflashishi va davlatlarning parchalanib ketishi ham tilga olinadi. Nihoyat, rus istilosiga yetib kelinadi. So‘ngra muallif o‘z qabilasiga mansub mang‘itlar sulolasining hukmi haqida so‘z yuritib, sulton va amirlar, ularning hukmdorligi haqida tarixiy tasansul ila ma’lumotlar keltiradi. Undan keyin kommunistlar bosqinidan so‘ng bo‘lib o‘tgan voqealarga to‘xtaladi.

Sovetlar to‘g‘risidagi bobni muallif “Bobomiz Muzaffarxon davridan boshlab Amir Olimxon davrigacha o‘tgan oltmish uch yilni Buxoro davlati rus podshosi Aleksandr bilan tuzilgan shartnoma asosida tinchlik va omonlikda o‘tkazdi”, degan iboralar bilan boshlaydi.

So‘ngra, Lenin boshliq kommunistlar davlat to‘ntarishi qilganidan so‘ng, vaziyat tamoman o‘zgargani, yangi kelganlar ham shartnoma tuzgan bo‘lishlariga qaramay, ahdida turmasliklari, yolg‘onchi va xiyonatkor ekanliklarini hujjat va dalillar bilan bayon qiladi.

“Turon tarixiga yog‘dular” kitobi muallifi Sayyid Abdulmo‘min kommunist hukmdorlarni, ahdiga vafosi ham yo‘q, vijdoni ham yo‘q, odamlarning molu-mulkini tortib olish, ulamolar, boy kishilar va aql zakovatlilarni yo‘q qilishdan boshqa maqsadi yo‘q kishilar, deb vasf qiladi. Kommunistlar sirtda Buxoro davlatiga do‘stlikni da’vo qilsalar ham, ichda aldamchilikni va uni bosib olishni reja qilardi, deydi muallif.

Hozirgacha xalqimizga taqdim qilinayotgan kommunistcha tarixda, qizil armiya Buxoro xalqi talabiga binoan mazlum mehnatkashlarni ozod qilish uchun kelganda, Amir Olimxon Afg‘onistonga qochib qoldi, deyiladi. Ammo Sayyid Abdulmo‘min o‘z kitoblarida boshqacha ma’lumotlar beradi. Ko‘pchilikni ushbu biz uchun yangilik bo‘lgan ma’lumotlardan xabardor qilish maqsadida bir oz tafsilotlarni keltirib o‘tishni lozim topdik.

Sayyid Abdulmo‘minning yozishlaricha, 1336 h. sana jumadis soni oyida Kolesov boshchiligidagi qizil armiya Kogonga yetib kelgan. Ammo amirlik kuchlari ularni to‘sib, qamalga olgan. Shunda Lenin o‘z vakilini yuborib, Buxoroning mustaqilligini e’tirof qilgan, Chor hukumati bosib olgan yerlarni qaytarishga, shuningdek, Buxoroga qurol-aslaha, o‘q-dori va uchqichlar berishga va’da bergan. Buxoroga elchi va Toshkentdan o‘n bir dona to‘p ham yuborgan. Ammo qizig‘i shundaki, yuborilgan to‘plarning o‘qi yo‘q ekan.

Amir Olimxon kommunistlarning va’dasi yolg‘on ekani ma’lum bo‘lganidan so‘ng, qo‘shni davlatlardan qurol sotib olgan, askar to‘plab mashq qildirgan.

Rusiya ichidagi bo‘hronlar tinchigandan so‘ng kommunistlarning muomilasi o‘zgargan. Ular Buxorodagi elchilari orqali bekorga bug‘doy va guruch berishni talab qilishgan. Shuningdek, kommunist josuslari odamlarni ushlab qamashgan va boshqa ig‘volar chiqarib, Buxoroga hujum qilishga bahona chiqarishga uringanlar. Amir Olimxon ellik ming askar to‘plab, temir yo‘l bo‘ylab istehkomlar qurgan.

Shunda Lenin tezda Toshkentdan o‘zining Tironov nomli vakilini yuborib, yangi nayranglarni boshlagan. Amir Olimxonga shartnomaga amal qilish Rusiya’ning ichki bo‘hronlari tufayli kechikib qolganiga uzr aytgan. O‘zining Buxoro bilan do‘stlik aloqalarini davom ettirish niyatida ekanligini va bu aloqalardan ko‘plab yaxshilik kutayotganini aytgan. Shuningdek, Buxoroning nima talabi bo‘lsa, bajarishga tayyor ekanligini bildirib, temir yo‘ldagi qamalda qolgan qizil armiyani qamaldan chiqarishni so‘ragan. Bundan so‘ng ikki taraf uchinchi bor shartnoma tuzib imzo qo‘yishgan. Shartnomaga amal qilib, Amir Olimxon o‘z askarlarini temir yo‘ldan uch mil masofaga uzoqlashtirgan, chegarachilar sonini kamaytirgan.

Ammo kommunistlar o‘z odatlaricha yana navbatdagi xiyonatni qilganlar. 1338 h. sana zul hijja oyining o‘n beshi, dushanba kuni kechasi soat o‘n ikkida hujum boshlab, chegarachilarni asir olganlar, havodan, yerdan, turli qurollar bilan Buxoroga bostirib kirganlar. Kutilmagan bu kommunistik g‘oratda faqat keksa kishilar, ayollar va bolalardan ellik ming kishi halok bo‘lgan. Boshqa talofatlarning hisobi yo‘q darajada edi.

Bundan to‘rt kun keyin Amir Olimxon davlat ayonlari va yigirma besh ming askar bilan Buxorodan chiqib, o‘n kundan so‘ng Qo‘rg‘ontepaga yetib boradi. So‘ngra Boysunda istehkomlar quradi. Shu yerda kommunistlar bilan buxoroliklar orasidagi urush olti oy davom etadi. So‘ngra kommunistlarga Moskovdan yordam kuchlari va yangi qurol-aslaha keladi. Ular buxoroliklarga yangi hujum boshladilar. O‘n kun davom etgan shiddatli janglardan so‘ng buxoroliklarning o‘q-dorilari tugab qoladi. Amir Olimxon Afg‘oniston podshosi Omonulloxonga odam yuborib, pulga bo‘lsa ham o‘q-doridan yordam berib turishini so‘raydi. Omonulloxon esa, Amir Olimxonning o‘zi kelsin, deydi. O‘z askarlariga mulla Muhammad Ibrohimbek devonbegi va Davlatmandbek devonbegilarni boshliq etib tayinlagan Amir Olimxon 1339h. sana, 22 jumadus soni, chorshanba kuni Jayhun daryosidan Afg‘onistonga o‘tadi. Omonulloxon uni tantana bilan kutib oladi va o‘z mehmoni, deb e’lon qilib, 12000 rupiya oylik tayin qiladi. Shundan keyin Amir Olimxon Omonulloxonning xoin ekanligini tushunib yetadi. Omonulloxon Lenin bilan til biriktirib, uni aldaganini anglaydi. Ushbu xiyonat natijasida Amir Olimxon qasrda qamalib qoladi. Unga hech qayoqqa chiqishga, hatto hajga borishga ham ruxsat berilmaydi.

Amir Olimxon Afg‘onistonda tutilib qolgandan so‘ng ham uning askarlari Ibrohimbek boshchiligida kommunistlarga qarshi kurashni davom etdiradilar. Xususan, Turkiyadan Anvar Poshsha kelib, harbiy ishlar rejasi tuzilib, Boysun, G‘uzor, Sherobod va Qarshi kabi joylar ozod qilinishi katta g‘alaba bo‘ldi. U yerlarga istehkomlar qurildi. Atrofdagi shahar va qishloqlarda ham kommunistlarga qarshi qurolli kurash boshlanib, Ibrohimbekdan qo‘mondonlar berishni so‘ray boshlashdi. Ularga ham yordam berildi.

Ushbu g‘alabalardan so‘ng Ibrohimbek Omonulloxonga sakkiz kishilik hayat yuborib, Amir Olimxonning ozod qilingan yerlarga qaytib kelishini taminlashni so‘radi. Ammo Omonulloxon turli bahonalar bilan hayatni quruq qaytardi. Amir Olimxonni yana saroyda ushlab qoldi.

Amir Olimxon 1943 yil, 29 aprelda 64 yoshida Kobulda vafot etdi.

“Turon tarixiga yog‘dular” kitobida bundan boshqa ham qiziqarli ma’lumotlar ko‘p. Tarixchilarimiz xohlasalar, bu kitobdan samarali foydalinishlari mumkin.

Alloh taolo barchamizni to‘g‘ri yo‘lga boshlasin.

Manba: e-tarix.uz

Devami

Stalin Kazak atlarını da katletmiş

SSCB’nin en karanlık dönemi sayılan Stalin döneminde Türkmenistan’daki Ahalteke atlarının yanısıra Kazakistan’daki atlara da katliam uygulandığı ortaya çıktı.

 

Sovyetler Birliği’nin diktatör lideri Stalin döneminde sadece halka değil hayvanlara da katliam yapıldığı ortaya çıktı. 1930 yıllarda kollektifleştirme, yani insanların özel mülküne el konularak devlet mülkünü oluşturma politikası neticesinde Kazakistan’da kıtlık meydana gelmiş ve çeşitli hesaplara göre 2 milyon insan kadar insan açlıktan ölmüştü. Bu yıllarda Kazak atlarının da imha edildiği belirtiliyor.

Kazakların ünlü tarihçisi ve etnoloji uzmanı Ahmet Toktabay Kazak bozkırlarında 1928 sayımına göre 4,5 milyon at bulunduğunu ancak 1933 yılına gelindiğinde sadece 200 bin at kaldığını söyledi. Toktabay’a göre Sovyet rejimi sonradan Rus ilim adamı Prijivalski’nin adı ile anılan bu atları sadece boyları küçük olduğundan gereksiz saymış ve onları barbarca telef etmişti.

Kazak atlarının boyu 140-145 santimetre civarında idi. Sovyetler Birliği ise 150 santimetreden daha büyük atlara ihtiyaç olduğunu belirtiyordu. Bu nedenle yaklaşık 4 milyon Kazak atı otomatik silahlarla vurularak katledilmişti. Ünlü tarihçiye Toktabay’a göre SSCB yetkilileri, bu atların Kazak bozkırlarında özgürce koşmalarından da rahatsızdı.

Geçtiğimiz Temmuz ayında Doğu Kazakistan eyaleti valisi Berdibek Saparbaev, akademisyenler ve işadamları ile bir toplantı yaptı.  Bu toplantıda bölgeyi canlandırmak için plan ve projeler masaya yatırıldı.
Toplantıya katılan Ahmet Toktabay Kazak atlarının yeniden üretilmesi ve tabiata salınmasını önerdi.  Yetkililerin bu öneriyi onayladıkları ve at çiftliği yapmak için yüzlerce dönümlük arazi sözü verdiği belirtiliyor.

Abdurrahman Ceyhun/ Dünya Bülteni 

Devami

OSMANLI-TÜRKİSTAN İLİŞKİLERİ -2-

Osmanlı-Türkistan İlişkileri

(16. yüzyıl ile 19. yüzyıl arası Rus işgali öncesi)

-Kanuniden III. Selim’e kadar-

II. Selim’in İran seferini anlatan minyatür

Şunu bilmekte fayda vardır : 16. yy. başında İran’da Şah İsmail’in çıkması ve 16. yy. ortalarında Kazan ve Astrahan’ın  Rusya tarafından işgal edilmesi,Osmanlı devleti ve Türkistan arasındaki coğrafi irtibatın kesilmesine neden olmuştur. Bu sebeple tarihi İpek Yolu’nun fiziken ortadan kalktığını söyleyebiliriz. Osmanlı ve Türkistan arasındaki bu irtibatın kesilmesi, Osmanlı’nın duraklama devrine girmesinin, Türkistan’da ise medeni ve ilmi gerilemenin başlamasının en önemli sebeplerindendir. Coğrafi keşiflerin, İpek Yolu’nun önemini yitirmesinin tek sebebi olduğu anlayışı eksik bir anlayıştır çünkü İpek Yolu sadece transit bir güzergah değildir. İpek Yolu,  şehirler, kasabalar, ülkeler arasında ticaret, medeniyet ve ilim intikaline imkan veren bir ulaşım ağıdır. Türkistan bölgesinin hac güzergahıdır. Bunun sonucu Anadolu topraklarının, Türkistan’ın ilim, irfan ve fütuhat anlayışından mahrum kaldığı  söylenebilir. Türkistan açısından bu irtibatın kesilmesi, asırlar boyu sürecek yalnızlığının başlamasına sebep olacaktır.

1500 ‘lü yıllardan itibaren 150 yıl boyunca Osmanlı -Türkistan ilişkilerinde, her iki tarafı tedirgin eden İran’ın büyük rolü vardır. Osmanlı İran ile anlaşma yaptığı zamanlarda bu alaka azalmış, Osmanlı, Türkistan hanlıklarını himayeyi unutmuştur. Buna rağmen Hanlar Osmanlıya her zaman bağlı kalmış, onların her ricasını emir telakki etmişlerdir.

Türkistan’daki  Hanlıklar,  16. yy. boyunca Safevilere karşı, Osmanlı ile birlikte hareket etmişlerdir. Bu işbirliği  Yavuz Sultan Selim(1512-1520), Kanuni Sultan Süleyman(1520-1566), II.Selim(1566-1574), III. Murat(1574-1595) dönemleri boyunca da sürüp gitmiştir. Kanuni zamanına kadar olan kısmı ilk yazımızda özet olarak bahsettik. Kanuni sonrası en önemli ittifak, Özbek Hanı II.Abdullah ile Osmanlı Sultanı III. Mehmet arasında İran-Safevi devletine karşı gerçekleşmiştir.

III. Murat

 

Burada Türkistan’daki Özbek hanı II. Abdullah’tan kısaca bahsetmek gerekmektedir. Muhammed Şeybani Han’ın torunu olan II. Abdullah Han (1560-1598) Hanlıklar döneminin en dirayetli hanı olarak kabul edilebilir. Siyasi olarak bölünmüş ve birbirleriyle sürekli çatışan Hanlığı, siyasi birliğe kavuşturarak başkenti Buhara olarak ilan etmiştir. (1583) Osmanlı Devleti’nin dostu ve müttefikidir.En önemli hedefi Türkistan’da siyasi birliği sağlamak, Şii İran’ı ortadan kaldırarak Osmanlı ile dostluğu ve ticareti artırmaktır.Hac ve ticaret yolunun açılması için iç karışıklık yaşayan İran’a hücum etmenin tam zamanı olduğunu Osmanlı’ya bildirmiştir. İşte tam bu zamanda 12 yıl sürecek Osmanlı-İran savaşları başlayacaktır. (1578-1590)

Padişah III.Murat ile II.Abdullah Han zamanında, Şii-Safevi Devletine karşı gerçekleştirilen, Osmanlı-Türkistan dayanışması etkili olmuştur. III. Murad İran’ı kıskaca almak amacı ile arkadan vurması için, II.Abdullah Han’ın Horasan tarafından harekete geçmesini istemiştir. II. Abdullah Han Horasanı İran’dan almıştır.Bu sebeple yüz yirmi top ve beş yüz kadar yeniçeri (Askeri Rumi) ile Bakü’den deniz yolu ile Hanlık’a göndermiştir ancak bu silah ve askerler II. Abdullah’a isyan edenlerin eline geçtiği için heba olup gitmiştir.

II. Abdullah Han

II. Abdullah Han

 

İran, hem doğudan hem de batıdan sıkışınca, büyük tavizler vererek 1590’da İstanbul Anlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Hammer  bu hususta, Osmanlı-Safevi barışının; Osmanlılardan ziyade Özbeklerin gayreti üzerine yapılmış olduğunu söylemektedir. Osmanlı Devleti, İstanbul Anlaşması’nda İran’ın Özbek Hanlığı’na yapılacak saldırıyı kendisine yapılmış sayacağı bildirmiştir ancak Safeviler anlaşmayı bozup Türkistan’a saldırdığında Osmanlı buna karşı duramamıştır. Osmanlı, Avusturya cephesindeki meşguliyetinden dolayı Türkistan’a yardım edememiştir. 1598’de II. Abdullah Han vefat etmiştir. İran Şahı Abbas, önce Özbeklere iki defa saldırarak Horasan’ı almıştır sonra da 1603’te Anadolu’ya hücum etmiştir.

 

kaş medrese

II. Abdullah Han tarafından yapılan Kaş Medreseleri (Buhara)

 

Osmanlı, ancak İran ile mücadelesinde Türkistan Hanlıklarını hatırlamıştır. Türkistan Hanlıkları her zaman Osmanlıya sadık kalmıştır. Osmanlı,  İran ile anlaşma yaptığı zamanlarda ise Türkistan Hanlıkları yalnız bırakılmıştır.Osmanlı, İran ile yaptığı anlaşmalarda Türkistan Hanlıklarına dokunulmayacağını akdedilmiş olsa da bu hiçbir zaman gerçekleşmemiş, Osmanlı, İran’ın Türkistan Hanlıklarına saldırılarına müdahale edememiştir. Bu durum III. Selim’den sonra Rusya ile yapılan mücadelelerde de aynı şekilde devam etmiştir.

Burada Türkistan Hanlıklarının birlik oluşturamamaları ve sürekli birbirleriyle savaşmaları da Osmanlının ilgisinin azalmasının en önemli sebebidir.

İran ise l8.yy.a kadar her fırsatta Türkistan’a saldırmıştır.

Dirayetli bir han olan II. Abdullah’ın ölümünden sonra yerine kendisine başkaldıran oğlu Abdülmümin geçmiş ancak o da 6 ay sonra öldürülmüştür. Abdülmümin’den sonra Şeybani hanedanlığı son bulmuştur. Bu dönemden sonra Türkistan’da hanlık içi ve hanlıklar arası iç çekişmeler dönemi başlamıştır. Şunu ifade etmek gerekir;  hanlıkların iç çekişmeleri ve diğer hanlıklarla birlik oluşturamamaları zayıflamalarına ve uzun vadede Rus ve Çin işgaline zemin hazırlamıştır.

IV. Murad (1623-1640) Revan ve Bağdat seferine çıkarken, Özbek Hükümdarı İmam Kulu Han (1608-1640)’a mektup yazarak, iki devlet arasındaki Şii İran’ı ortadan kaldırmak için birlikte hareket etmeyi teklif ettiyse de, Han’ın nasıl cevap verdiği bilinmemektedir.

18.yy başlarından itibaren Türkistan hanlıklarıyla Osmanlı arasında yazışmaların arttığı görülmektedir.  1710 da Hokand, ayrı bir hanlık olarak Buhara hanlığından ayrılmıştı. Her iki Hanlık Osmanlı’ya karşı ittifak etmede rekabete girişmiştir.Hatta Kokand Hanlığı’nın Osmanlı ile temasa geçmesine kızan Buhara Hanlığı Kokand’a savaş açmış, binlerce Türkistanlı bu savaşta ölmüştür.Buhara Hanlığı bununla da yetinmeyip Osmanlı sarayına mektup göndererek Hokand Hanlığının gayrimeşru bir hanlık olduğunu şikayet etmiştir.

Harezm Hanlığı ile münasebetler 18 yy başından itibaren gelişme göstermiştir. Hive hanı İran dan şikayetçi olmuş ve bunu bir mektupla Osmanlı’ya bildirmiştir ancak o zamanlar Osmanlı ve İran barış halinde olduğu için bu istek kibarca reddedilmiştir.

Alim Oktay ÇATKAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devami

Alihan Töre Saguni ve “Tarihi Muhammediye” adlı eseri

SAGUNI

 

Özbek bir aileye mensup olan Alihan Töre Sağunî, 1885 yılında Kırgızistan’ın Tokmak (eski Balasagun) şehrinde doğdu. İlk tahsilini kendi memleketinde yaptıktan sonra Mekke, Medine, Buhara gibi ünlü İslâm merkezlerinin mektep ve medreselerinde tahsil gördü. 1914–1916 yıllarında Çarlık Rusya’sının Türkistan’ı işgaline karşı mücadele etti. 1. Dünya Harbi yıllarında gençlerin askerlik için Rus ordusuna gönderilmemesi, Osmanlı askerine kurşun atılmaması yönünde telkinlerde bulundu. Altı defa hapsedildi. Komünizmin baskılarından ötürü 1930 yılında Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehrine göç etti. Önce Rus sonra da Çin ordusunun Doğu Türkistan’ı işgaline karşı organize olan Doğu Türkistanlıların önderliğini yaptı ve bu uğurda mücadele etti. Pek çok askerî operasyonda komutanlık yaptı. 1944 yılındaki Gulca Zaferi’nden sonra kurulan Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçildi, millî ordu başkomutanı oldu ve mareşal unvanı aldı. 1944–1945 yılları arasında bu görevi sürdürdü. Orada kalması imkânsız hâle gelince 1945 senesinde bir görüşme için Rus Konsolosluğu’na çağrılarak tutuklandı ve Özbekistan’a sürüldü. Bu tarihten itibaren hayatının son yıllarına dek İslâm’a ve millî kültüre hizmet yolunda büyük gayretler sarf etti. 1976’da Taşkent’te vefat etti. Şeyh Zeyneddin Baba Mezarlığı’na defnedildi. Özbekistan bağımsızlığına kavuştuktan sonra Taşkent’teki iki cami, bir lise, bir mahalle ve sokağa adı verildi.

Askerî ve siyasî kimliğinin yanında Sağunî’nin ilmî yönü de dikkat çekicidir. O, çeşitli eserler kaleme alarak ilim alanına da ciddi katkılarda bulunmuştur. O, Tarih-i Muhammedî, Türkistan Kaygısı, Şifaü’l-ilel gibi kitaplar telif etmiştir. Emir Timur’un “Timur Tüzükleri”, Derviş Ali Çengi’nin “Musika Risalesi”, Ahmet Dâniş’in “Nevadirü’l-Vakayi'” adlı eserlerini Farsçadan, Herman Vambery’nin “Buhara veya Maveraünnehir Tarihi” eserlerini de Osmanlıcadan Özbekçeye tercüme etmiştir. Şairlik yönü de olan Sağunî’nin basılmamış bir de divanı mevcuttur. Onun “Köklem Körinişi/Bahar Tasviri”; “Bahtlık nedir?/Mutluluk Nedir” ve “Üzme Ümiding/Ümidini Kırma” başlıklı şiirleri Türkçe tercümeleri ile birlikte Yağmur dergisinde (Sayı 35 Nisan-Haziran 2007; 38 Ocak- Mart 2008; 41, Ekim-Aralık 2008) yayımlanmıştır. “Bahtlık nedir?” şiirinin muhtevası müellifin hayatta izlediği, uğrunda mücadele verdiği ideali yansıtmaktadır. Ona göre mutluluğa giden yol elbette ilim ve hünerden geçer, ama bunlar, Yaradan’a inanç olmadan asla elde edilecek şeyler değildir. Mutluluğa giden yolu bize öğreten de Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hakiki bahtiyarlığa ermek için onun yolundan gitmek, “Din-i Muhammedî”ye sıkı sıkıya sarılmak gerekli ve yeterlidir.

Tarih-i Muhammedî Adlı Eseri
Bu eser, 1957–58 yıllarında yazılmış. O dönem Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun 40. yılı olup dünyaya yeniden meydan okumaya başladığı zaman dilimiydi. Sovyetler, ülke içinde sert yönetim usullerini uygulamaya devam ediyordu. 2. Dünya Harbi yıllarında birazcık gevşemiş olan dinî baskı yeniden güçlenmişti. Komünist Parti dinî inançların köklerini kurutmak ve tamamıyla ateist bir toplum oluşturmak gibi bir hedef belirlemişti. Bu hedefini gerçekleştirmek için kadrolar oluşturdu. Bu çerçevede ibadethaneler kapatıldı, ibadet etme yasaklandı, insanların dinî faaliyetleri engellendi. Din düşmanı olmak bir meslek hâline getirildi. Tarihî cami, medrese gibi dinî önem taşıyan kültür eserleri yerle bir edildi. Tarih-i Muhammedî kitabı işte tam bu sırada ve şartların Müslümanlar için böyle ağırlaştığı bir ortamda milletin mânevî değerlerini ve dinî düşünceyi koruma adına yazıldı.

Kitap, Çağatay Türkçesinde, Arap alfabesiyle önce müsvedde olarak kâğıt evraklara yazılmış, sonra temize aktarılmıştır. Müellifin hüsnühat sahibi olan oğlu Muhammedyâr sonradan o defterlerden iki ciltli bir kitap oluşturmuştur. Tarih-i Muhammedî’nin basımında bu iki ciltli elyazması esas alınmış; ancak basım aşamasına ulaşıncaya kadar 30 yıldan fazla saklanmıştır. Matbaa, fotokopi ve daktilo makinelerinin kontrol altında tutulması sebebiyle de basılamamış, çoğaltılamamıştır. Güvenilir bir hattatla anlaşarak, yedek nüsha oluşturma girişiminde bulunmuşlar; ama müellifin 1976’da vefat etmesinden sonra bu iş yarım kalmıştır. Geniş kitlelere hitap edebilmesi için eserin Kiril alfabesine aktarma teşebbüsleri olmuş; ancak bu da mümkün olmamıştır.

Müellifin vefatından hemen sonra, bu elyazması esere ve Sağunî’nin kütüphanesine Özbekistan İlimler Akademisi talip olmuş; fakat vârisleri bunu kabul etmemişler. Zorla almaya kalkışırlar korkusuyla oğlu Kutlukhan Bey teneke kutu yaptırarak kitabı ve diğer el yazılarını içine koyup, avlunun bir kenarında toprağa gömmüş. Her yağmur yağdığında, tedirgin olmuş, gece yarılarında toprağı kazarak gömülenlerin ıslanıp ıslanmadığını kontrol etmiş, daha sonra topraktan çıkararak un çuvalları içinde de saklamış.

1988 yılında bir gün evin salonunda uyuya kalmış olan Kutlukhan Bey sertçe bir sesle uyanmış. Bakmış ki, babasının duvarda asılı olan portresi hemen başının yanına düşmüş, ağır resim çerçevesi divana saplanmış, başı kıl payı kurtulmuş. O bunu, kitap için harekete geçme zamanına bir işaret olarak kabul edip, kitabın basımı için çalışmaya koyulmuş. Gece yarılarından sabahlara kadar sürekli çalışarak eseri Kirilceye aktarmış ve basıma vermiş. Bu işi yaparken hiçbir yorgunluk ve bıkkınlık hissetmemiş, aksine sahifeden sahifeye, başlıktan başlığa geçerken inanılmaz bir zevk ü şevke kapılmış. Bu işi yaparken eşi Merhametay Osmankızı da kendisine destek olmuş.

Kitap baskı aşamasına geldiğinde Özbekistan’da şartlar müsait olmadığı için bir Eston-Amerikan firması olan “Bulak” yayın şirketiyle anlaşma yapılarak yayın evinin Taşkent’teki şubesi tarafından Özbekistan’da 80 bin adet bastırılmış. Basımdan sonra depolama ve dağıtım işi de vârislerine düşmüş. Kutlukhan Bey yayın şirketiyle anlaşarak evini depo, kendini de depo müdürü yaptırmış. Kitapları garaja ve evin odalarına depolamış, sonra da gizlice dağıtmaya başlamış. Kısa süre sonra Özbekistan devlet televizyonunda eser hakkında bir söyleşi olmuş. Vârisler kısa bir istişareden sonra, “sırrımız” artık fâş olmuşken gizlenmekte fayda yok diyerek kendilerini ilân etmişler. Büyük ilgi toplayan bu eser dört defa neşredilmiş, ayrıca Kazakçaya, Tacikçeye ve Uygurca’ya da tercüme edilmiş. Şimdi ise Özbekçe beşinci baskısının hazırlıkları yapılmaktadır.

Tarih-i Muhammedî adlı kitap, adından da anlaşılacağı üzere Peygamberimiz’in hayatını anlatmaktadır. Şüphesiz ki İslâm’ın 1400 küsur yıllık tarihi boyunca Efendimiz’in (sas) hayatı ve faaliyetleri konusunda çeşitli dillerde muhteşem bir külliyat oluşmuştur. Ancak bu eser, fıkhu’s-sire türündendir. Yani tarihî hâdiseler anlatıldıktan sonra yer yer onlardan çıkarılacak derslere de temas edilmiştir. Müellif, Hz. Peygamber’in ümmeti olduğunu ikrar eden herkesin kendi ana-babasını tanıdığı gibi Peygamber Efendimiz’i tanıması gerektiği inancından hareketle bu eseri kaleme almıştır. (Sağunî, Tarih-i Muhammedî, s. 11). Eser ihlâsla yapılmış bir “salih amel” ürünü, Resulü Ekrem sevgisiyle yoğrulmuş bir kalbin semeresidir. Müellifin eserin Hâtime kısmında yapmış olduğu duada söylediği “Ey fazl u kerem Sahibi, Rahman u Rahim sıfatlı, esirgeyen Rabbim! Bu kitapta adı geçen iyi kulların hürmetine, ben garip kulunu yalancı çıkarma, okuyucuların günahlarını bağışla, onları belalardan esirge, imanlarını koruyarak ahiretlerini âbâd eyle. Benden sonra evlâdımı yolundan şaşırtarak beni Resul-i Ekrem’in nezdinde mahcup etme. Onların dinlerini, dünya ve âhiretlerini Sana emanet ediyorum.” sözleri, onun kalbî titreşimlerinin ve dinî hassasiyetlerinin bir göstergesidir. Kısacası kitapta, onun gönlünün derinliklerinde yatan düşünce ve duyguları ifade ettiği görülüyor.

Merhum müellif bu eserini hiçbir vakit yanından ayırmaz, kaybetmemek için çok dikkatli davranırmış. Aile içinde ve arkadaşlarıyla perşembe günleri düzenlediği sohbetlerde devamlı bu kitabı okurmuş. Basımından sonra da kitaba ilgi bir hayli fazla olmuş. Tarih-i Muhammedî’ye olan ilgi okuyuculardan yayıncılara gelen mektuplarda da çok açık ifade edilmiş. Vârisler gerek ilmî ve gerekse dinî çevrelerden eserin kendilerinde güzel bir tesir bıraktığına dâir mesajlar almışlar. Hattâ hapishanelerde bu eseri okuyan bazı mahkûmlar bu eser vasıtasıyla Efendimiz’i tanıyıp namaza başladıklarını ifade etmişler. Şimdilerde “Tarih-i Muhammedî” Özbekistan medreselerinde ders kitabı olarak okutulmakta ve üniversite talebeleri için de “Marifet ve Maneviyat” dersleri için kaynak kitap olarak resmen tavsiye edilmektedir.

Dr. Muhsin TOPRAK

*Araştırmacı-Yazar
[email protected]

Kaynaklar
1. Tahir Taner, “Hazan Yıllarında Peygamber Sevgisi (s.a.s)” Yağmur Dergisi, sayı: 31 Mayıs-Haziran 2006.
2. Alihan Töre Sağunî, Tarih-i Muhammedî, Taşkent 1997.
3. Kutlukhan Şakirov, “İki Türkistan Gururu”, Şark Yıldızı Mecmuası, sayı: 7, Taşkent 1993.
4. Yılmaz Polat, “Alihan Töre Sağunî: Türkistan’ın son yüzyılında önde gelen mücadeleci ilim ve devlet adamı”, Altay Dünyası Beynelhalk Jurnalı, sayı 1-2, Bakı 1997.
5. Baymirza Hayıt, Türkistan Devletlerinin Milli Mücadeleleri Tarihi, s. 327-328.
6. http://en.wikipedia.org/wiki/Elihan_Tore

Kaynak: http://www.yeniumit.com.tr

Devami